Pannekoek’un ufukta beliren savaş sarmalında yazdığı Savaşa Karşı Savaş metnini paylaşmış, içindeki tahliller ve bu tahlillerin işçi sınıfının gücü ve perspektifi açısından yorumlanışına dikkat çekmiştik. Söz konusu yazıda Pannekoek, Avrupa’da beliren savaşın artık kendi sınırları içerisindeki topraktan gelen ile yetinemeyen büyük kapitalist ulus-devletin emperyalizme evrilmek zorunda olmasıyla ilintili olduğu sonucunu çıkarırken, bir yandan da tüm bu fırtınanın aslında yıllardır sürmekte olan sömürge mücadeleleri ve artan silahlanmanın neticesi olduğunun altını çizmişti.
Bir yıl sonra savaşın patlaması ile bu yazıyı kaleme alan Pannekoek, bu defa bir kez daha Avrupa güçlerinin mecburileşen sınır-ötesi iştahları dolayısıyla kafa kafaya gelmelerini Avrupa sosyalist hareketinin konumu ile bağdaştırıyor. Buna ek olarak, 1914 yıkımının kapitalist çıkarlar ve ona sokulan irili ufaklı pek çok milli çıkarın (uluslararası pazara hakimiyet, milli onur, vatan sevgisi vs.) paylaşım uğruna kamplaşmasının altında yatan sebepler de didikleniyor. Alman sosyal demokrat hareketi ve onun özünde proleter programından uzaklaşmasının savaşa karşı çıkılamamasındaki payını vurgulayarak, bir yandan da genel bir prensip olarak proleter tutumdan vazgeçilmesinin, bunun özellikle burjuva parlamenter kapitalizminin “gözüne girmek” için yapılmasının nasıl ihanete denk bir facia olduğunu da bir kere daha ifade ediyor. Buradan çıkabilecek belki de en önemli sonuç, hangi kapitalist kampın diğerine daha yeğ olduğunu temize çekmek için işçi sınıfının sorumluluklarını ve çıkarlarını çarpıtmanın korkunç bir hata olduğudur.
Toplumlar ve üretim biçimlerinin zaman içerisindeki ilerleyişinde kapitalist ulus-devlet formülünün artık bir ket haline gelişinin tarihi yüz yıldan daha öncesine dayanıyor. Bunun bir istisnası değildir bugün yaşananlar, ve bu yazının da temsil ettiği duruş; yani kapitalizmin kıyıcılığı karşısında tavizsiz proleter eylem, bu savaşlara, yıkıma son verebilecek biricik güçtür.
Dünya savaşı, gökten düşen bir meteor ya da deprem gibi, Avrupa'nın her şeyden habersiz ve dehşete kapılmış uluslarının üzerine çöktü. Kimse savaşı düşünmemişti, kimse savaşı gerçekten istemiyordu, prensler ve bakanlar kurulu seyahatteydi veya denize giriyorlardı – ve Avusturya'nın Sırp hükümetine ültimatomu geldi ve barışı korumak için bir hafta süren yoğun çabaların ardından, uluslar karşı konulmaz bir kader tarafından çekilmişçesine birbirleri ardına uçuruma sürüklendi.
İnsanlığın tarihi kendi iradesine göre yazmadığı, fakat kendisinden daha güçlü dışsal toplumsal güçler tarafından yönlendirildiği daha önce hiç bu kadar açık seçik ortaya çıkmamıştı. Yüzeysel gazete yazarları kabahati kişilerde bulmanın peşindeler. Birisi Alman Kayzer'inin hırslarını, birisi Çar'ın kriminal delişmenliğini, birisi İngiltere’nin kıskançlığını suçluyor. Dünyaya bir köylünün ya da bir esnafın durduğu yerden bakan birisi sorar, bu delilik nasıl mümkün diye? İyi kalpli ideologlar yüce insan kültürünün bu yüce seviyesinde böylesine duyarsız bir kasaplığın vuku bulması karşısında afallamış durumda.
Bunların hepsi gerçek dünyadan bihaber kimselerdir. Bunlar kapitalist toplumun özünün baskı, nefret, dünya rekabeti, nefret ve zor kullanma olduğunu daha yeni öğreniyorlar.
Savaşın Sebepleri
Kapitalizmin özünü anlamayı öğrenmiş olan sosyalist, bu savaşın sebebini de gayet net bir biçimde görür. Bunu uzun uzadıya tartışmaya gerek yok, bunu zaten ISR’da Şubat 1913’te çıkan “Savaşa karşı savaş” makalemizde tartıştık. Emperyalizmin ekonomik kaynakları orada ortaya serilmiş ve Avrupa’nın niçin iki tane üçlü ittifak oluşturduğu; Almanya’nın muazzam endüstriyel gelişiminin onu daha fazla sömürge edinmeye zorladığı; bu çabasında İngiltere’yi her zaman nasıl baş düşmanı olarak bulduğu; ve bu Balkan yarımadasındaki devrimlerin bir Avrupa savaşının nasıl yeniden habercisi olduğu gösterilmiştir. Şimdi sadece önceki metnimize bağlamalı, ve orada bıraktığımız yerden devam etmeliyiz.
1912 Balkan Savaşı Balkan uluslarının özsaygılarını artırdı ve onlarda güçlü milli duygular uyandırdı, fakat onları tatmin etmedi çünkü tüm bu yeni sınırlar yapaydı. Sırbistan, Avusturya’nın kıskançlığından dolayı küçük ve denizden uzakta bırakılmıştı. Avusturya, sınırları içinde birçok zıt ulusun varlığıyla lime limeydi ve içindeki milyon Sırp’ın Belgrad ile birleşmeye yeltenmesinden korkuyordu.
Demokratik özerklik bu Sırpları Avusturya’ya kazandırabilirdi, fakat bu Viyana’daki saray, banka ve ordu entrikacıları zümresine uymuyordu ve bu hükmeden zümre, birinci-sınıf bir modern devlet savaşının askeri kaynaklarını huzursuz yabancı Sırplara karşı kullanmayı, içerideki Sırp sorununun tek çözümü olarak görüyordu. Prens Franz Ferdinand suikastı bu zorluğun aşılmasına bahane olarak hizmet etti.
Avusturya’nın Sırbistan’a saldırısı önce Rusya’yı sonra Almanya’yı ayağa dikti. Rusya her zaman Balkanlardaki Slav devletlerinin koruyucusunu oynar, lakin işine gelmediği zaman da onları yapayalnız bırakır. Fakat Avusturya’nın arkasında Almanya olduğundan, Balkanlarda Avusturya’nın gücünün genişlemesine izin vermeyecektir.
Avusturya, Almanya’nın yolunu Bağdat demiryolu dolayısıyla büyük çıkarları olan Asya’ya açan öncü kuvvettir. Küçük Asya ve Ermenistan’da Alman ve Rus genişlemeleri birbirlerine temas etti. Daha bir yıl önce Çar’ı Ermenistan’ı fethetme planından Almanya’nın tehditleri vazgeçirmişti.
Şimdi, tekrardan, Almanya ondan Avusturya’yı izole bırakmasını ve böylelikle tüm Asya ulusları önünde kendi zayıflığını itiraf etmesini talep ediyor. Ama Rus ordusu, birkaç sene öncesine kadar beş para etmezken şimdi bir şekilde ilerleme kaydetmişti; Rus hükümet kliği kendini artık tamamen güçsüz hissetmiyordu. Bu yüzden Avusturya’nın Balkanlarda (Almanya tarafından desteklenen) ilerlemesinden Rusya’nın Avusturya’ya ve Almanya’nın da Rusya’ya saldırısı doğdu. Böylelikle Avrupa savaşı başlamış oldu, zira Fransa Rusya ile sıkı bir ittifak içindeydi.
Almanya Viyana’dan Sırbistan’a karşı biraz yumuşamasını talep etmiş olsaydı savaşı önleyebilirdi fakat özellikle İngiltere ile Mezopotamya konusundaki en keskin anlaşmazlıkları gideren bir mutabakata varmış olduğundan onun tarafsız kalacağını umarak durumu savaşa elverişli buldu.
Ekonomik açıdan bakılırsa, Almanya ile Fransa arasındaki zıtlık Almanya ile İngiltere arasındaki kadar büyük değil. Fransız sermayesi Türkiye’de Almanya ile kardeşçe çalışmakta. Bağdat demiryolu, Anadolu’daki madencilik imtiyazları konusunda İngiliz-Amerikan grubu (Ernest Cassel, Kuhn-Loeb) karşısında güçlerini birleştiren Alman ve Fransız sermayelerinin ortak girişimi. Almanya endüstriyel refahın en yüksek seviyelerinde sermaye sıkıntısı çektiği zaman Fransız sermayesi Almanya’ya aktı. Almanya, en başta kendi endüstrilerinde ve yabancı girişimlerinde kullanmak üzere zengin sermayesinden faydalanma amacıyla sürekli Fransa’ya yakınlaşmaya çalıştı.
Fakat bunun önünde Almanya’ya karşı geleneksel nefret ve Alsace-Lorraine’in intikamının umudu duruyordu. Bu intikam fikrinden dolayı Rusya ile ittifak oluştu ve küçük Fransız kapitalistlerinin birikimlerinden milyarlar Rus hükümet bonolarına yatırıldı. Dolayısıyla Fransa Almanya’ya karşı Rusya’ya sıkıca bağlandı ve bu savaşta Alman ordusuna karşı en büyük ve en tehlikeli hasım haline geldi.
Almanya’nın bu savaştan ne gibi olumlu avantajlar umduğu, onun İngiltere’ye savaştan bağımsız kalma şartıyla Fransa ve Belçika’nın Avrupa’daki değil, sadece sömürgelerindeki sınırlarda değişiklik yapılmasıyla yetinme teklifinden bellidir. Almanya Afrika ganimetlerini toparlamak için gözünü uzun süredir Kongo devletine dikmişti. Bu, stratejik hesaplarla birlikte, Belçika’nın da bu kapışmaya çekilmesinin sebebiydi.
Birkaç yıl önce Kongo devletinin bir Belçika sömürgesi olmasını isteyen Belçika'nın sosyal demokrat parlamenterleri Vandevelde ve arkadaşları, bu yüksek devlet adamlığı oyunuyla Belçika işçi sınıfına kötü bir hizmette bulundular.
Fakat İngiltere’nin savaşa el atmasının sebebini Almanya’nın Belçika’ya saldırısı olduğuna inanmak hata olur. İngiltere hiçbir şey yapmasaydı ve Fransa ve Rusya'nın gücü Almanya tarafından kırılıncaya kadar sessizce izleseydi, o zaman sonuç, hayal kırıklığına uğrayan ve zor durumda kalan Fransa'nın hızla barış yapması ve sonunda daha yakın orta Avrupa kıtasal güçlerinin oluşumu sonrasında saldırılarını mecburen İngiltere'ye yöneltmesi olurdu. Bunu yaşlı ve semirmiş kurt İngiltere ile genç ve aç kurt Almanya’nın, koşulların İngiltere için pek elverişsiz olacağı büyük çekişmesi izlerdi. Dolayısıyla İngiltere dünyadaki konumunu korumak için savaşa derhal müdahale etmek zorunda kaldı; bu hükümet için zor oldu yalnızca, o da kamuoyu savaşa karşı olduğu için. Fakat bu da Almanya’nın Belçika’ya saldırısından sonra değişti, sonrasında İngiltere hükümeti sorunsuzca savaş ilan edebildi.
Böylece dünya savaşı süratle büyüdü. Bu tekil bir münakaşa dolayısıyla çıkıveren tesadüfi bir savaş değildir. Birkaç yıl önce Fas üzerindeki gerilim bir savaş tehlikesini gündeme getirdiğinde sosyalist basın, Mannesmann Kardeşler'in Fas madenlerindeki imtiyazlarının Alman askerlerinin uğruna canlarını riske atacakları bir emel olmasına dikkat çekti. Şimdi burjuva basını sosyalistlere tepeden bakarak soruyor: “Savaş her zaman sermayenin çıkarı için yapılır derdiniz, e hani sermayenin buradaki çıkarı?”
Saf bir emperyalist savaş türü, şuradan tanınır: emperyalist savaş tekil bir maksattan dolayı değil, fakat devletlerin genel uzlaşmazlıklarından doğar. Bu uzlaşmazlıklar küresel güç için rekabetten veya eldeki gücü koruma çabasından doğar; ve küresel güç için girişilen bu mücadele aslında her ülkenin kendi sermayesine sömürgeler, sözleşmeler, etki alanları ve Asya ve Afrika’daki makul yatırım fırsatları kazanması mücadelesinden başka bir şey değildir.
Tüm Almanlar kesin biçimde emindir ki, Rusya’nın arsız saldırısına karşı bir savunma savaşı yürütmektedirler sadece; Fransa’da ve İngiltere’de ise konu Almanya’nın nihayetinde Avrupa’yı ele geçirecek doymak bilmez egemenlik açlığıdır. Aynı zamanda tüm ülkeler, kültür veya başka bir kutsal nesneyi yabancı barbarlara karşı koruduğuna inanmaktadır, ancak gerçekte hepsi, küresel güç ve kapitalist çıkarlar için zenginliği ve insan hayatını acımasızca feda eden kapitalist barbarlığa aynı derinliğe kadar batmışlardır.
Bu savaşta emperyalizmin ne kadar güçlü olduğunu ve tüm bu barış kongrelerinin ve barış cemiyetlerinin ne kadar iktidarsız olduklarını her zamankinden daha net görüyoruz. Küresel güç için zorlu mücadele sadece büyük sermayeye doğrudan avantaj sağlar; fakat mülk sahibi sınıfın tamamı kendini onunla uyum içerisinde hisseder. Tüm girişimciler, iş insanları, tüccarlar ve eğitimli veya profesyonel insanlar (mühendis, teknisyen), ülkelerinin küresel saygınlığını arttırması ve büyük sanayinin kalkınması oranında onları daha iyi işlerin beklediği hissine sahiptirler. Dolayısıyla emperyalist politika mülkiyet sahibi tüm sınıflarda yankı bulur.
Yirmi sene önce Almanya’da liberaller ve Katolik Merkez Parti militarizme ve sömürgeci politikalara karşıydı; fakat 1907 seçimlerinden beri bu küçük burjuva muhalefet çevrelerinin hepsinin şiddete ve güce olan muhalefeti tamamen kayboldu. Alman kitlelerin şimdi savaşa girerken gösterdiği zaman zaman neşeli coşkuya kadar yükselen katı kararlılığı, günümüzde büyük sermayenin genişlemek için alana olan ihtiyacının, geniş kitlelerin ruhuna ve iradesine hükmedişini ve onlara zorla öncülük edişini tanıtlar.
Ama proletarya için vaziyet nedir?
Savaş ve İşçi Sınıfı
Sermayeyi dünyanın efendisi haline getiren ve aynı zamanda proletaryayı da en kalabalık sınıf yapan aynı evrimdir. Kapitalizmin bütün baskıları ve kahrını çeken ama eline bu sistemden hiçbir fayda da dokunmayan bu sınıf, savaştan doğan tüm dehşeti de sırtlanmak zorundadır. Savaştan muzaffer döndüklerinde şayet, sermaye avantajları ve kârları toplamıştır, fakat onlarsa eskisi gibi yine sömürülen, mülksüz proleterlerdir.
Demek ki, işçinin savaşa niçin karşı olması gerektiği açıktır. Yabancı toprakların proleterlerini kendi kardeşleri, yoldaşları olarak bakarlar, ama kendi ülkelerindeki burjuva sınıfını kendilerini ezen olarak görürler. Nasıl kendi düşmanlarının adına kendi kardeşlerini vurabilirler ki? Sınıf bilincine sahip işçiler sınıf savaşını yürüterek kapitalizmi yıkmayı ve yerinde müşterek bir topluluk, sosyalist bir toplum kurmayı arzularlar.
Tüm ülkelerin sosyalist işçileri ve dahi emek sendikaları, kongrelerinde savaşa karşı tiksintilerini defalarca ifade etmiş ve onu protesto etmişlerdir. İki yıl önce Basel şehrinde büyük bir uluslararası protesto gerçekleşti. Ne yazık ki savaşla mücadele yöntemleri hakkındaki tartışmalar güzelim birlik imajı bozulmasın diye yok sayıldı; görünüş özün önüne geçti, ve nihayet işçi sınıfının barışa dair gücünün beklediğimizden ne kadar daha zayıf olduğu açıkça ortaya çıktı.
Sınıf bilinci olmayan, gelişmemiş işçiler vatan sevgisi, yurtseverlik gibi eski sloganların altında kolayca eziliyor. Lâkin daha aydınlanmış, örgütlenmiş işçiler bile kolayca emperyalizmin hücum eden gelgiti altında kalabiliyor. Sendikalarda, ki bunların mücadeleleri her zaman doğrudan materyal kazanımlarla odaklanırken büyük idealleri ve düşünsel gelişimi ihmal ederler, şu sıralarda sanayi için hammaddeye gerek olduğu, ve dolayısıyla tropikal ülkelerin zorla ele geçirilmesinin işçi sınıfının lehine olduğu düşüncesi mevcuttur.
Çok çeşitli ülkelerdeki reformist politika, burjuvazinin ilerici ve reformdan yana olan kısmına yanaşmayı hedefler ve bunun karşılığında yönetimde yer almaya, bütçeleri oylamaya ve sömürge projelerini onaylamaya hazırdır. Eski burjuva sloganlarınca idare edilen geri bir hareket de vatanseverlikten ve emekçilerin anavatanlarını ve "kültürünü" savunma vazifesinden bahseder.
Almanya’da bu reformizmin hakimiyeti radikal gelenekler ve yukardan gelen baskıyla engellenmişti. Çünkü gerici polis devleti işçilere karşı ikinci sınıf vatandaşlar gibi davranarak saldırdığında onların güçlü hıncını da kendisine çekti, bu da ifadesini hükümetin politikalarına tavizsiz ve sert muhalefette buldu. Fakat bu olayları yakından takip eden herhangi biri bu durumdaki radikalizmde devrimci ruhun izinin olmadığını muhakkak fark eder. Kocaman, mekanikçe sürekli tekrar edilen devrimci sloganların altında çoğunlukla, her türlü taze inisiyatiften tiksinen küçük burjuva bilinçsizliğinden ve bilhassa modern siyaseti kavrayış kıtlığından başka bir şey yoktur.
"Vorwärts" ve diğer gazetelerde hükümetin politikaları ve militarizmi eskisi gibi eleştirildi. Resmi şahsiyetlerin ahmaklıkları ve beceriksizliğiyle alay edildi, burjuvaziyi bunların siyasetinin mantıksız olduğuna, savaş gemileri üreterek hata yaptıklarına, kolonilerinin beş para etmediğine, kısacası esasında istifa etmelerinin ve verimli sosyal demokratların dümene geçmesinin daha hayırlı olacağına ikna etmeye çalıştılar.
Bu yöntem temelde, modern heybetli kapitalizmin siyasetine “küçük işletmeci” küçük burjuva duruşundan gelen bir eleştiriydi ve modern siyasi gelişimlere ilişkin her türlü kavrayışın noksan olduğunu gösteriyordu. Buna mukabil bir teori de partinin yayın organı "Neue Zeit"ta, Marx'ın, bu ateşli, devrim savunucusu adamın doktrininin edilgen bir bekleyiş demek olduğunu ve tüm devrimci faaliyetin bilimdışı bir anarşizmden başka hiçbir şey olmadığını göstermeye soyundu.
Daha devrimci düşüncelere sahip küçük bir sosyal demokrat grubu, emperyalizmin ve Almanya'nın dış politikasının bir kavrayışını geliştirmeye çalıştı (özellikle genç bir Polonyalı yazar olan Karl Radek ve Leipzig ve Bremen'deki Sosyalist gazeteler).
Emperyalizmin gücünün çok daha büyük olduğunu ve mülk sınıfında sanıldığından çok daha derinlere kök saldığını, ve dahi bütün iç politikayı kontrol ettiğini; ve onunla ancak proletaryanın bütün gücüyle saldırgan bir mücadeleye girişmesiyle savaşılabileceğini gösterdiler. Proletarya bu mücadeleyi nasıl yürütebilirdi? İlk önce, kitlelerin kapsamlı bir şekilde aydınlanmasıyla ve ikincisi, kitle eylemiyle.
Emekçi kitleler sağlam bir şekilde örgütlendiğinde ve sosyalist doktrinle derinden hemhal olduklarında, büyük sokak gösterileri ve politik kitle grevleri yoluyla hükümetlerinden tavizler kazanabilirler, bu yolla da devletin siyasetini güçlü bir şekilde etkileyebilirlerdi. Bu, savaş tehlikesi söz konusu olduğunda özellikle geçerlidir. Eski radikaller, "hükümetler proletarya korkusuyla savaş başlatmaya cüret edemezler, çünkü savaş devrim demektir" sözünü sürekli tekrarlarken, devrimci sol, proletaryanın savaşı yerinde sayarak değil, ancak enerjik, aktif saldırganlık ile savaşa karşı çıkarak engelleyebileceğinin vurgusunu yaptılar.
Bu amaçla, savaş tehlikesi belirir ve savaş lehine milliyetçi gösteriler yapılmaya başlar başlamaz, işçiler sokakları kitleler halinde doldurmalı ve propagandacıları kovalamalıdırlar. Tehlike daha ciddi hale gelirse, gösteriler daha enerjik hale gelmeli; bir genel grev altında kitleler fabrikaya gitmek yerine sokaklara doluşmalıdır ve bu birkaç gün boyunca tamamen büyük siyasi mücadele için savaşmalıdırlar.
Hükümet gösterileri yasaklamaya ve zorla engellemeye çalışırsa, gösterilerin daha da yüksek bir hiddet ile devam ettirilmesi gerekir. Binlerce insan bu şekilde ölse bile, savaşta düşen yüzbinlerce insanla karşılaştırıldığında bu nedir? Ve savaşta sermaye adına öleceklerse, sokaklarda da proleter dava için öleceklerdir.
Hükümet, müzakerelerde bir miktar taviz vererek barışı daima koruyabildiğinden, tüm büyük şehirlerdeki emekçi kitlelerin böylesi özverili fedakarlıklarının hükümeti temkinli hale getirmesi ve böylece barışı koruması oldukça olasıdır.
Bütün bunlar, mevcut savaşın başlangıcındaki Alman proletaryası için geçerlidir. Sosyal demokrat parti savaşa tüm gücüyle karşı çıkmaya kararlı olsaydı ve kitleleri muhalefete çekerek hiçbir fedakarlıktan kaçınmasaydı, belki bu korkunç savaş önlenebilirdi. Böyle başarılı bir eylem, aynı zamanda önemli bir zafer, sosyalizm adına ileriye doğru bir adım olurdu.
Ancak son yıllarda Alman partisinin taktiklerini takip eden her kimse, böyle bir eylemde bulunup bulunamayacağına dair kuvvetli şüpheler beslemelidir. Altı yıl önce Prusya imtiyazı için mücadelede bir kitle faaliyeti girişimi başlatıldı, ancak parti liderleri güçlü orduyla bir çatışmadan korktukları için kısa süre sonra terkedildi.
Başlayan bu devrimci saldırganlığın devamı getirilebilseydi, o zaman Alman hükümeti savaşı düşünemeyecek kadar iç sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalırdı. Bu taktiğin 1910'daki parlak çatışmaların ardından sona ermesi, partinin kendi zayıflığını kabul etmesi anlamına gelir. O zamandan beri, keskin çatışmalara karşı alınan çekingen tavır harekette üstünlük sağladı. Tepedeki bürokrasi giderek güçlendi ve devrimci mücadelelerde kendini riske atmaya yanaşmadı.
Örgütün bir mücadele için gerekli olan dışsal bir büyümesi vardı, ama aynı zamanda iddia ettikleri gibi, bu değerli örgütü tehlikeye atmamak için bu mücadeleden giderek daha fazla kaçındılar. Önderlerin tavsiyelerine karşın sendika mücadelelerinde ara sıra patlak veren her bağımsız kitle inisiyatifi, "disiplinsizlik" ve "anarşizm" olarak damgalandı. Bu nedenle, Alman işçi hareketinde, kapıdaki savaşa cesurca karşı çıkmanın tüm önkoşullar kesildi.
Scheidemann ve Ebert gibi dar görüşlü parlamenterlerden ve bürokratlardan herhangi bir devrimci girişim beklemek gülünç olurdu ve sadece partinin emrettiğini yapmaya alışmış kitlelerin artık parti liderleri olmadan bağımsız olarak öne çıkması beklenemezdi.
28 Temmuz Salı akşamı, savaşı protesto etmek için geniş katılımlı toplantılar düzenlendi. Ama, o kadar. Bu toplantılarda da coşku tamamıyla eksikti. Bir çökkünlük duygusuyla, durduramayacakları bir kaderin yaklaştığını fark ettiler.
Savaşa karşı eylem kapasitesi eksikliği değildi sadece. Savaşa nasıl direnilebileceği sorusu hiçbir zaman gündeme bile getirilmedi, çünkü savaşa direnilmesi gerekip gerekmediği sorusuna kesin bir evet yanıtı bile verilmedi. İşçiler arasında savaşa karşı çıkmak için bir isteksizlik vardı. Dahası, geniş çevrelerde, hatta parti üyeleri arasında bile savaştan yanaydılar. "Vorwaertz" ve diğer birçok parti gazetesinde savaş, "Elleri kanlı Çar'a karşı bir savaş", Rus barbarlığına karşı bir savaş olarak öne sürülüyordu. 1848'de Almanya'yı Rusya'ya karşı savaşa çağıran Karl Marx'tan alıntıyı da yapmışlardı; bunun ancak Rusya'nın askeri açıdan en güçlü devlet olarak Avrupa'ya egemen olduğu ve Avrupa'yı tehdit ettiği sürece geçerli olduğu gerçeğini gözden kaçırdılar.
Böylece savaş, emekçi kitleler arasında kabul edilir bir hale getirildi. Birkaç tane solcu gazete buna karşı sesini beyhude yükseltti, çünkü seslerine kimse kulak vermedi. Burada emperyalizmi kavrayamamanın intikamını ne kadar ağır bir şekilde aldığı ayyuka çıktı. Her yerde, bugün Rusya'nın, Almanya ile eşit derecede, bir ticari emperyalizm politikası izleyen kapitalist bir ülke olduğu ve savaşın yalnızca Almanya'nın Asya'daki genişlemesi için yürütüleceği gerçeği konusunda net bir anlayış olsaydı ve bu gerçek, basınımız tarafından günbegün kitlelere nakşedilmiş olsaydı, işçiler burjuva vatansever lafların o kadar kolay kurbanı olmazdı.
Ancak şimdi, yayılma meraklısı Rus Çarlığından her şeyden daha çok nefret etmesini bellemiş işçilerin gözünde, vaktiyle Çar rejimiyle yakın bir dostluk geliştiren Alman hükümeti, Avrupa'daki bu kepazeliği, Kozak kırbacının kanlı egemenliğini yok etmek için proleter fikriyata teslim olmuş görünüyordu. Bu nedenle, Alman hükümetini Rusya'ya karşı savaştan alıkoymak, Alman işçilerinin gelişmemiş kitlesinin aklına gelemezdi. Bu nedenle, büyük bir kötülük olarak savaştan korkan ufacık grup hiçbir şey yapamazdı.
Bu, Reichstag'ın sosyal demokrat üyelerinin (sadece küçük bir azınlık buna karşı çıktı), Almanya'nın Rus barbarlığına karşı medeniyet için bir savunma savaşı yürüttüğü iddiasıyla hükümet için acil savaş kredisine niçin oy verdiğini açıklıyor.
Alman sosyal demokrasisinin bu konumu, tarihinde bir dönüm noktası ve önceki taktikleriyle bir kırılma noktasıdır. (1870'de benzer bir durumda Bebel ve Liebknecht oy kullanmaktan kaçınmışlardı ve Bebel daha sonra kendi beyan ettiğine göre Bismarck'ın Napolyon'un sözde saldırısına ilişkin ne kadar yanıldığını görseydi, savaş ödeneğine karşı oy kullanırdı).
Direnmek için cesaret ve güç eksikliğinden, hükümetin halk için kurduğu tuzağa, yani onun sadece küstah bir saldırıya karşı bir savunma savaşı yürüttüğü tuzağına bile isteye düştüler. Partinin savaş ödeneğine karşı oy kullanması durumunda kamuoyunun gazabını çekeceği ve liderlerinin tutuklanmasıyla parti duyurularının hükümet tarafından bastırılması yoluyla şiddete maruz kalacağı korkusu da vardı. Örgütlerine zarar vermekten korktukları için bir çatışmadan kaçındılar.
Partinin bu temsilcileri şimdi sağduyularıyla parti örgütünü kurtardıklarını düşünüyorlar. Yüzeysel olarak değerlendirildiğinde, haklı görünüyorlar, çünkü partinin yukarıdan gördüğü muamele her zamankinden daha iyi, ama partinin sosyalist ruhu da bu uğurda kurban edildi.
Burjuva basını, sosyal demokrasiyi vatansever duruşundan ötürü övüyor. Partinin ülkedeki tüm konumu değişti; şimdi hükümet tarafından diğer partilerle eşit düzeyde kabul ediliyor; ona yönelik sayısız istisnai kanun da yürürlükten kaldırıldı; sosyal demokrasi ile burjuvazi arasında sadece dostluk ve birlik söz konusu. Burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi artık duyulmuyor; partinin devrimci omurgasının kırıldığı bellidir.
Birçok kişi kendine soruyor, bir zamanlar böylesine gururlu ve sınıf bilincine sahip, dünyanın en güçlü ve en radikal partisi nasıl böyle bir çöküş yaşayabildi? Parti içinde bu değişikliğin belirtilerinin uzun süredir mevcut olduğunu, ancak geleneğin ve eski alışılmış deyimlerin gücü nedeniyle yüzeye çıkmadığını daha önce söylemiştik. Ama fırtınalı toplumsal bunalımlarda, insanların tutkuları derinlere indiğinde, saygıdeğer sözler birdenbire yırtık bir pelerin gibi düşer ve insanın gerçekte ne olduğu, en derin doğasında neler yattığı beklenmedik bir şekilde ortaya çıkar.
Partinin liderleri, parlamenterler ve bürokratlar, şiddetli çekişmelere karşıydılar ve Marxçı ifadeleri korusalar da, partinin liberal ilericilerle işbirliği yapmasına müsaade etmek için defalarca seçimlere başvurdular. Ve kitleler, yirmi yıllık bir ekonomik refah sayesinde yavaş yavaş demoralize oldu.
Doğru, çok sayıda insan sosyalist partiye üye oldu, çünkü bunu işçilerin sınıf partisi olarak görüyorlardı ve aynı zamanda toplumsal ve siyasi olarak ağır bir şekilde ezildikleri için siyasi uzlaşmalara da çoğunlukla karşı çıkıyorlardı. Ama gerçekten derin devrimci duygunun asi bir ruhuna dair belirtiler pek azdı. Emek hareketinin tarihi refaha doyulan zamanda, kriz zamanlarında devrimci ruhun nasıl büyüdüğünü gösterir. Bundandır ki, insanlar uzun ve büyük refahın Alman işçilerinin siyasi tutumu üzerinde neden bu kadar az etkisi olduğunu merak ettiler. Cevap, mevcut çöküşte, emperyalizme ani teslimiyette ve burjuvaziyle kardeşleşmede bulunur.
Tabii ki, bu ittifak sonsuza kadar sürmeyecek. Hükümet ve burjuvazi şimdi işçilere pek dostane davranıyor çünkü onlara ihtiyaçları var, zira böylesi tehlikeli bir savaşta kitlelerin güvenine sırtlarını dayamak zorundalar. Çok yakında bu durum değişecek ve hükümetin zaruretleri geçince zulümler yeniden başlayacak. Ancak bu geldiğinde parti eski yöntemlerine geri dönemez. Bu doğal olmayan savaş anlaşmasının yaraları uzun süre boyunca bizimle kalacak.
Partinin bir bölümünün sınıf mücadelesinden kalıcı olarak vazgeçmesi ve bundan keskin iç çatışmaların ve bölünmelerin doğması imkânsız değildir. Ancak, mevcut savaşın sonuçları açıkça görülmeden işçi hareketinin gelecekte nasıl bir yol izleyeceği de tahlil edilemeyecektir.
Comments