top of page

Savaşa Karşı Savaş (Anton Pannekoek, 1913)


Rus ordularının Ukrayna'ya saldırmasıyla patlak veren savaş tam da yüzyılı aşkın süredir kapitalizmin içinde bulunduğu yapısal krizlerin sonucundan başka bir şey değildir. Geçen yüzyılın başından beri, savaşlar artık kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bugün Rusya ve Ukrayna’da olduğu gibi kapitalizmin emperyalist dönemindeki bu yıkıcılığının bedelini işçi sınıfı artık sadece alnının teriyle değil, aynı zamanda kanıyla da ödemek zorunda.


Yeni başlayan bu savaş, başta Avrupa olmak üzere tüm dünya için son derece çarpıcı bir olay. Bugün Rusya'nın müdahalesine karşı dünya çapında ve bizzat Rusya'da pek çok eylem yapılıyor, ancak bu eylemlerin savaşı sona erdirmesi olanaklı değil. Tarih göstermiştir ki, kapitalist savaşa son verebilecek tek güç, burjuva sınıfının doğrudan, kategorik düşmanı olan proletaryadır. Bunu açık şekilde 1. Dünya Savaşı öncesi, sırasında ve sonrasındaki tartışmalardan, deneyimlerden ve de gerçeklerden bilmekteyiz. İşte tam bu sebeple Pannekoek’in Savaşa karşı Savaş yazısını paylaşıyoruz.


Geçen yüzyılın başında Avrupa'nın çeşitli ulusları, kapışan dev ordu kampları gibi birbirlerine karşı konum alarak kendilerini, tarafların en güçlüleri olan İngiltere ve Almanya arasında iki gruba ayırdılar. Bir tarafta Almanya, Avusturya ve İtalya'dan oluşan Üçlü İttifak bulunuyordu, ki bunlar sömürge açısından zayıftılar. Öte yandaysa, en büyük sömürge bölgelerini kontrol eden İngiltere, Fransa ve Rusya'dan oluşan Üçlü İtilaf vardı. Sömürge mülkiyetinin bu mevcut bölünmesinin bir sonucu olarak, ilk grubun ülkeleri doğal olarak sömürgelerin yeniden paylaşılmasına sebep olacak herhangi bir çatışmanın kışkırtıcısı iken, Üçlü İtilaf ülkeleriyse mevcut statükonun savunucularıydı. Bu kamplaşmanın savaşa dönmesi kapitalizmin nihai olarak artık çöküş aşamasına girdiğinin en açık haliydi.


Pannekoek savaşın patlak vermesinden sadece birkaç ay önce Balkan Savaşı'nın sıcağında yazdığı bu yazıda, olası savaşın nasıl durdurulabileceğinin yanıtını, savaşların kapitalizm içinde nasıl evrildiğini inceleyerek vermeye çalışıyor.


Her ne kadar Pannekoek büyük savaşı yakın gelecekte olası görmeyerek yanılmış gibi görünse de, tarih, hem savaşın emperyalist karakterini açığa çıkardığı hem de savaşların nasıl durdurabileceğini berrak bir şekilde ortaya koyduğu perspektifini haklı çıkarmıştır. Pannekoek şöyle diyordu: "..bir savaş ancak tüm işçi sınıfının eylemiyle önlenebilir. Savaşa karşı mücadele, sınıfın sınıfa karşı siyasi bir mücadelesidir; ve bu mücadele ancak proletaryanın tüm gücünü hükümetin ve burjuvazininkine karşı seferber ettiğinde başarılı olabilir."


Ve gerçekten de I. Dünya Savaşı’nı sonlandıran, Rusya işçilerinin Ekim 1917'de burjuva devletini devirmesi ve Almanya'nın işçi ve askerlerinin Kasım 1918'de isyan ederek hükûmetlerini ateşkes imzalamaya zorlaması olmuştu.

 

1912 yılının kapanış aylarında savaşa karşı savaş, Avrupa Sosyalizminin düşüncesine ve eylemine egemen olmuştur. Coğrafi ve tarihsel koşullar çerçevesinde savaşlar Avrupa'nın sosyal evriminde son derece önemli bir role sahiptir. Amerika'da, her diyardan gelen göçmenlerin tek bir kitleye dönüştüğü büyük bir siyasi birim vardır; bu nedenle Amerika, hem kapitalizmde hem de sınıf mücadelesinde devasa bir gelişim için en iyi koşulları sunmaktadır.


Ancak, yüzlerce milyonluk kalabalığın küçük bir alana sıkıştığı eski Avrupa, küçük uluslara ayrılmıştır; geçmiş yüzyıllardaki gelenekler nedeniyle, her şey hâlâ küçük ölçekteyken, bu uluslar geleneklerde, konuşmalarda, adetlerde ve siyasi yaşamlarda farklı olan yabancılar olarak durmuşlardır. Her biri kendi burjuvazisinin çıkarları için örgütlenen hükümetlerle kapitalist devletlere dönüşmüştür. Bu kapitalist gelişme, hem feodalizmin ve mutlakıyetçi monarşik iktidarın kalıntılarına karşı mücadeleleri, hem de her ulusun birbirlerine karşı mücadelelerini zorunlu kılmıştır; zira mevcut kısıtlı alanda her biri kendini diğerlerinin karşısında bulmuştur. Tüm bu çatışmalarda eski barbarlık ve geleneksel hanedan çıkarları unsuru devam etmiştir. Böylece, küçük siyasi birimlere bölünmenin kötülüğüne, daha büyük bir militarizm kötülüğü eklendi, ki bu, zorunlu askerlik hizmeti ve ağır vergiler yoluyla, ulusların üretken gücünün çoğunu çarçur eder ve hükümetlerin halka karşı gücünü artırır.


Kapitalizmin son dönemdeki gelişimi bu farklılıkları artırmıştır. Burjuva idealistleri Avrupa Birleşik Devletleri'ni hayal ederken, esasen gelişimin olguları ise tam tersi yönde seyretti. Emperyalist politika, önemli Avrupa ülkelerinin her birini bir dünya imparatorluğunun merkezi haline getirmişti. Bu halin nedeni sermaye ihracatıdır. Sermaye birikimi, anavatanın olanaklarını aşar; yeni endüstrilerin temeli haline geldiği yeni yatırım sahaları arar ve bu da yerel ürünlere olan talepte bir artışa neden olur.


Evrimin bu aşaması, yeni sanayi bölgesinin siyasi hakimiyetini veya en azından hükümeti üzerinde yeterli bir nüfuzu gerektirir. Bu nedenle, her devlet, yabancı toprakların mümkün olan en büyük alanlarına sahip olmaya veya yabancı devletler üzerindeki etkisini en üst düzeyde artırmaya çalışır. Bunun için güç ve saygı gereklidir ve bunlara sadece askeri ve deniz teçhizatı ile ulaşılabilir. Devletler böylece büyük işletmelerin temsilcileri haline gelmiştir ve desteklerini de burjuva sınıfının tüm bedeninde bulurlar. Burjuvazinin çoğu aslında emperyalizmin sonuçlarıyla doğrudan ilgilenmeden, kapitalizm için bir bütün olarak daha yüksek kar vaat eden her şeye ilgi duyarlar.


Bu nedenle, Avrupa'nın çeşitli ulusları, kapışan dev ordu kampları gibi birbirlerine karşı konum aldılar. Kendilerini tarafların en güçlüleri olan İngiltere ve Almanya arasında iki gruba ayırdılar. Bir tarafta Almanya, Avusturya ve İtalya'dan oluşan Üçlü İttifak bulunuyor, ki bunlar sömürge açısından zayıftırlar. Öte yandan, en büyük sömürge bölgelerini kontrol eden İngiltere, Fransa ve Rusya'dan oluşan Üçlü İtilaf. Sömürge mülkiyetinin bu mevcut bölünmesinin bir sonucu olarak, ilk grubun ülkeleri doğal olarak sömürgelerin yeniden paylaşılmasına sebep olacak herhangi bir çatışmanın kışkırtıcısı iken, Üçlü İtilaf ülkeleri var olan yapının savunucularıdır.


Özellikle İngiltere ve ABD ile aynı sınıfta büyük bir sanayi gücüne dönüşen Almanya'da, bölgesel genişleme yönünde muazzam bir dürtü var. Alman hükümeti on beş yıldır silahlanıyor; artık İngiltere'yi donanmasına sürekli daha fazla gemi eklemeye zorlayan güçlü bir filoya sahip. Bununla birlikte Avusturya ve İtalya Almanya'yı taklit etmeye başlıyor. Aynı zamanda ordular da sayıca artırılıyor ve savaş vaziyetine getiriliyor. Dünya genelinde Alman sermayesi ve Alman siyasi nüfuzu girecek yer arıyor. Çin'de Shantung demiryolu inşa ediliyor ve Kiastchou askeri üs olarak tutuluyor; Küçük Asya'da İstanbul’dan Bağdat'a demiryolu inşa edilirken; Orta Afrika'da Alman sömürge hakimiyetini büyütmek için bir takım girişimlerde bulunuluyor. Lâkin İngiltere her yerde, her türlü Alman ilerleyişine karşı dikkatli, kıskanç ve şüpheci duruyor. Alman burjuvazisinin İngiltere'ye karşı duyduğu düşmanlığın açıklaması budur.


İngiltere ve Almanya arasındaki çatışma en çok Asyatik Türkiye'de şiddetlidir. İngiltere'nin uzun zamandır gözü Mezopotamya'ya, insan uygarlığının beşiği antik Babil'e, şu anda çorak olsa da verimli bir toprağa dönüştürülebilecek kutsal Cennet Bahçesi'ne dikili. Ancak Türk hükümeti tarafından desteklenen Alman sermayesi, Bağdat demiryolu hattı boyunca bu topraklara doğru bastırıyor. Bu hat nihayet Basra Körfezi'ne değin tamamlanırsa, Hindistan'a giden en kısa yol Almanya ve dostlarının elinde olacak ve İngiltere'nin Hindistan, Mısır, Mezopotamya, güney İran'ı büyük bir İngiliz imparatorluğu altında birleştirme hayali suya düşmüş olacaktır. Bu yüzden İngiltere, Bağdat hattının inşasını engellemeye ve Türk hükümetini baltalamaya çalışıyor.


Türk gücünün parçalanması, ABD ve diğer ülkeler de dahil olmak üzere ilgili tüm çıkarların yeniden düzenlenmesini içerecektir. Burada çeşitli Avrupa ülkeleri arasında sürekli bir savaş tehlikesi yatmaktadır.


Ancak, büyük bir uluslararası çatışma tehlikesinin baş gösterdiği ilk yer İstanbul Boğazı'nın batısında kalıyor. Avusturya’nın şimdiye kadar kendi genişlemesinin milli sahası olarak gördüğü Balkan bölgesinin tarım ulusları, kendi kapitalist sistemlerini geliştirmeye başladılar; tanıdık sınıf çizgileri ortaya çıktı ve güçlü bir milli duygu gelişti. Dolayısıyla, ticari gelişmeye müsaade edecek kadar büyük milliyetlerin gerekliliği ve limanlara sahip olma arzusu ortaya çıktı. Bu kısaca, Türkiye'nin neredeyse Avrupa'dan zorla çıkarıldığı bugünkü savaşın nedenidir.


Doğuda toprak emelleri konusunda hayal kırıklığına uğrayan Avusturya, çatışmanın sonuçlarında yeni tehlikelerin kokusunu alıyor. Özellikle güçlü ve bağımsız bir Sırp hükümetinin Sırplar üstündeki etkisinden korkuyor. Bu nedenle büyük bir savaş humması Avusturya'yı sardı ve Avusturya hükümeti Sırbistan’ın Adriyatik'te bir limanı güvence altına alma çabalarına en sert muhalefette bulundu. Bu durum büyük güçlerin çatışması tehdidini barındırıyordu. Rusya ve Avusturya askerlerini derhal mobilize etmeye başladılar. Bu, Avrupa proletaryasının ortaya çıkma ve nüfuzunu ortaya koyma zamanıydı.


II.


Sosyalizmin uluslararası politikası her zaman savaşa karşı olmamıştır. Marx ve Engels defalarca (1843 ve 1853'te) batı Avrupa ülkelerini Rusya'ya karşı savaş ilan etmeye çağırdılar. Burada Marx ve Engels işçi sınıfının ve demokrasinin çıkarlarını temsil ediyorlardı. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Rusya, devrimci halklara karşı gerici hükümetlerin koruyucusuydu. Rusya konumunu koruduğu müddetçe, 1848'de Alman devrimcileri tarafından fethedilen mutlakıyetçiliği geri getirebilirdi; Marx, devrimin sonuçlarını güvence altına almak için Alman burjuvazisini Rusya'ya karşı silaha sarılmaya çağırıyordu. Ancak burjuvazi bu silahlanma çağrısına cevap vermedi; Rusya'dan Alman halkının siyasi gücünden daha az korkuyordu. Sonraları dahi Rusya'nın nüfuzu, Batı Avrupa'nın yükselen işçi sınıfının durumunda bir unsur olarak kaldı. Bebel, Rusya'ya karşı bir savaşta tüfek omuzlamaya hazır olduğunu buna dayanarak ilan etti.


Ancak o zamandan beri koşullar değişti. Rus köylülerinin özgürleşmesi ve giderek artan yoksulluğu, kapitalist endüstrinin gelişmesiyle birlikte, Rus-Japon savaşının ardından, Rusya'nın askeri gücünü uzun süre kıran bir devrime yol açtı. Rusya artık Avrupa hükümetleri üzerinde koruyucu rolünü oynayamazdı. Diğerleri gibi kapitalist çıkarlar ve proleter muhalefetle hesaplaşması gereken kapitalist bir devlet haline gelmişti. Rusya korkusu, işçi sınıfını uluslararası barış politikasından dönmesine sebep olamazdı.


Ancak bu arada batı Avrupa’da toplum bir dönüşüm geçirdi. Kapitalizm geliştikçe, savaşta diğer uluslarla karşı karşıya gelmeye hazır olma gerekliliği tüm sınıfların hayal gücünü zapt etti. İşçi sınıfı bile içgüdüsel olarak savaş yoluyla elde edilecek amaçlara inanmaya başladı. Bu durum 1870 yılında Almanya'da da böyleydi ve tarih geçtiğimiz yıl boyunca Balkanlar'da kendini tekrarladı. Bu tür savaşlara ulusal savaşlar denir; ulusun iyiliğine, yararına yürütülmeleri gerekir. Bundan daha derin ve uzağı gören Sosyalistler, bu iki durumda da ihmal edilebilir bir unsurdu. Ama günümüzde Batı Avrupa'da işçi sınıfının büyük kitleleri sosyalizmin arkasındadır; ki bu Almanya'da tüm nüfusun üçte biridir. Tüm ülkelerde bu kitleler hükümete karşıdır ve modern hükümetler arasındaki savaşların ulusal değil, emperyalist olduğunu bilirler. Bu, savaşların kârları artırmak amacıyla büyük işletmelerin çıkarına yürütüldükleri anlamına gelir. Bu kavrayış, proletaryanın yabancı bir savaşa yönelik yeşertebileceği her türlü hevesi yok eder.


Öte yandan, işçilerin bir barış durumunu korumak için her türden nedeni vardır. Modern Avrupa'da bir savaş, şimdiye kadar meydana gelenlerden çok daha yıkıcı olacaktır. Karşı karşıya duran bu orduların askerleri milyonlarla ifade edilmektedir. Ve taşıdıkları silahlar geçmişte kullanılmış olanlardan çok daha öldürücüdür; bilhassa modern piyade tüfeklerinin hayatı söndürme kabiliyeti şimdiye kadar görülmemiş bir düzeydedir. Gelecekte savaş geçmişte olduğundan çok daha kanlı olacaktır; birliklerin çok daha büyük bir kısmı ya öldürülecek ya da yaralanacaktır. Evde kalanlar içinse savaş bundan çok daha korkunç olacaktır. Eskiden nüfusun daha büyük bir kısmı tarımla geçiniyordu ve bu tarım, geçici olarak kadınlar, oğlan çocukları ve askerlik hizmeti için çok yaşlı erkekler tarafından yapılabiliyordu. Sadece esas askeri operasyon bölgelerinde halk savaşın gerçek zorluklarını biliyordu. Ancak kapitalizmin gelişmesiyle sosyal yapılar daha karmaşık ve hassas hale geldi. Krediyi altüst eden veya üretime başka türlü müdahale eden her rahatsızlık bir krize neden olabilir. Büyük işçi kitlelerini üretim alanından uzaklaştıran, ulaşımı engelleyen veya limanları ablukaya alan her savaş; en küçük köye bile ulaşan ve peşinden iflas, işsizlik, yoksulluk ve açlık getiren bir kriz, korkunç bir endüstriyel felaket demektir. Şu anda büyük bir Avrupa savaşı uygarlığı yok edecek, dünyayı düşük bir sanayi düzeyine gerilemeye zorlayacak ve genel olarak ilkel barbarlığa yaklaşan bir durum ortaya çıkaracaktır.


Böyle bir olasılık, özellikle enerjisini uygarlığı daha yüksek bir seviyeye çıkarmak için harcayan işçi sınıfını doğrudan ilgilendirmektedir. Proletarya, faaliyetlerini yeni toplum düzenine dayandırır; burjuva dünyasının egoizminin yerini komünist dayanışma erdeminin yerini alacağı güçlü örgütleri ortaya çıkarıyor. Kapitalizmi fethetme ve tahakkümünden kurtulma gücünü de işte bu erdemin yetiştirilmesi yoluyla elde ediyor.


Ve işçi sınıfının bu örgütü enternasyonaldir. Tüm ulusal sınırlar, ırk ve dil ayrımlarına karşı işçiler el ele verir; birbirlerini kardeş, yoldaş olarak görürler ve burjuvayı ve kendi topraklarının hükümetini yalnızca düşman olarak görürler. Onlar için, düşmanlarının emrinde kardeşlerini katletme fikrinden daha korkunç bir şey olamaz. Enternasyonal kardeşliklerinin, insanlığın büyüyen birliğinin, hükümetlerinin kapitalist kavgalarıyla yok edildiğini görmek istemezler. Bu yüzden tüm gücüyle savaşa karşı savaş verirler. Bu nedenlerle, sosyalizmin uluslararası politikası barış davasına aktif bir bağlılık politikası olmalıdır. "Savaşa karşı savaş!" tüm ülke proletaryalarının çığlığıdır.


Bu, 1907'deki Stuttgart Kongresince açıkça ifade edilmiştir. Orada kabul edilen kararda, savaşın kapitalist doğasını ve proletaryanın militarizme karşı kararlı muhalefetini açıkladıktan sonra, enternasyonal sosyalizmin temsilcileri şunları beyan etmişti:


"Savaş tehlikesi olması durumunda, müdahil ülkelerin işçi sınıfları ve onların parlamenter temsilcileri, kendilerine en etkili görünen, karakteri doğal olarak sınıf mücadelesinde geliştirilen keskinlik derecesine ve genel siyasi duruma uyarlanacak olan araçları istihdam ederek silahlanmaya karşı çıkmakla yükümlüdür."


Bu karar kabul edildiğinden beri işçiler birden fazla kez devletlerinin savaş politikalarına karşı çıkmak zorunda kaldılar. Nihayet Balkan savaşı patlak verdiğinde Sosyalistler Avrupa barışına yönelik tehlikeyi hemen tanıdılar. Dergilerimiz emperyalist devlet adamlarına ve profesyonel şovenistlere kararlıca karşı çıktı. Müdahil ülkelerde hemen büyük savaş karşıtı gösteriler düzenlendi. Berlin'de 17 Kasım'da 300.000 kişinin katıldığı bir miting gerçekleşti. Rusya'da grevler yapıldı. Enternasyonal Büro Brüksel'de bir araya geldi ve uluslararası sosyalist hareketin özel bir kongresini topladı.


Bu kongre Basel'de toplandı ve buranın baş kilise binası olan o eski manastır kongrenin emrine verildi. Ne olağandışı bir manzara, sosyalizmin kızıl devrimci orduları orada, eski kilisede büyük bir orgun kabaran sesleriyle toplanmış! Bu, İsviçre'den başka hiçbir ülkede mümkün olmazdı, zira başka her yerde burjuva şiddet politikasına kendini adamıştı ve işçilerin faaliyetlerine tiksinti duyuyordu; bu ancak burada mümkündü, çünkü İsviçre burjuvazisi ekseriyetle, uluslararası bir savaştan ancak zarar görebilecek devlet işletmelerindeki tahvil sahiplerinden oluşuyordu. Bu olay, burjuvazinin tek barışsever kesiminin, sosyalist proletaryanın şu anda uluslararası bir çatışmayı önleme gücüne sahip tek grup olduğunu kabul etmesiyle eşdeğerdi.


Proletarya, uygarlığın bayrak taşıyıcısı olarak tüm dünyanın önünde durdu. Ve dünya işçi sınıfı için Basel Kongresi, uluslararası birliklerinin görünür bir gösterisiydi. Daha önceki uluslararası kongreler, fikir alışverişini ve karşılıklı anlayışın elde edilmesini mümkün kılmıştı; proletaryanın pratik mücadeleleri de ulusal organizasyonlara, milli sınırlar içerisinde çözülmeye havale edilmişti. Burada, uluslararası politika ilk kez işçi sınıfının en hayati sorunu haline gelmişti. Bu nedenle Basel Kongresi, kendisinden önceki benzer toplantılardan çok daha önemliydi. Eskiden enternasyonalizm, kalbe hâkim olan bir duygudan başka bir şey değilken; şimdi önemli bir siyasi olgu haline gelmişti.


Kongrenin çalışmaları, muhalefetsiz kabul edilen karar tasarısı ve bununla bağlantılı olarak yapılan konuşmalardan oluşuyordu. Kararda, Stuttgart'ta işçilerin ellerindeki tüm etkili silahlarla savaşı önlemeye çalışacakları yönündeki açıklama tekrar teyit ediliyordu. Ve çeşitli ulusların temsilcilerinin yaptığı konuşmalar, işçi sınıfının kararlılığı konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmamıştı.


"Sadece kelimelerle değil, ruhumuzun en derin tutkusuyla ilan ediyoruz ki, en büyük fedakarlığı yapmaya hazırız" dedi Jaurès.


Ve Victor Adler, şu anda savaşa karşı mücadelenin yükünü taşıyan Avusturya işçi sınıfı adına konuşuyordu:


"Proletaryanın tüm gücü, her bir işçinin tüm imkanları bu mücadelede yoğunlaşmalıdır."


Haase, Alman Sosyal Demokrasisi adına dedi ki; "Koşullarımızca belirlenen araçları, siyasi ve ekonomik örgütlerimizi kullanarak gücümüzü, hepimizin güvence altına almak istediği şeyin güvence altına alınmasına, dünya barışına ve ortak geleceğimize adayacağız."


Kararda yer alan politika beyanına ilişkin olarak çok az fikir ayrılığı olabilir. Genel ilkeye bağlı olarak, hepimiz biriz; her yerde halklar arasında barış ve dostluk sürdürülecektir; ulusların bir başka ulus tarafından her türlü baskısına karşı çıkılacaktır; ve her halk için tam bir özyönetim ölçüsü talep edilecektir. Basel Kongresi, egemen sınıfın karakteristik baskı ve şiddetine karşı işçilerin dünya barışı arzusunu ifade eden talepleri dile getirmişti. Bu talepler halk kitleleri için yeni dünyaya giden yolu aydınlatacak büyük bir meşale idi.

III. Basel Kongresi


Basel Kongresi, savaşa karşı proleter muhalefetin bir gösterisiydi, ancak böyle bir gösteri savaşı önleyemez. Komün emektarı Vaillant'ın dediği gibi, "Uluslararası kongre çalışmalarını bitirdi; ama asıl mücadele daha yeni başladı." Bu savaşın harekât planı ne olacak? Hangi silahlar kullanılacak? Dünya işçileri bir savaşı ne şekilde önleyebilir? Bu sorulara Basel'de cevap verilmedi. Stuttgart'ta da dendiği gibi, her ülkede kullanılan araçlar koşullara uyarlanacaktı. Görünüşte dahi birlik eksikliği izlenimi vermemek için yöntemlere dair tartışmalardan kaçınıldı. Kongre, hükümetlerin ve halkların dikkatini şimdiye kadar elde edilenlere, uluslararası birliğimize ve savaşa oybirliği ile karşı çıkışımıza çekmekle yetindi; nihai bir eylem çizgisi önermedi. Tüm dünyaya bağlı olduğumuz hedefi gösterdi, ancak ona götürecek yolu belirlemede başarısız oldu. Yolun bulunması işçilerin kendilerine bırakılmıştı.


Neyse ki, gelecekteki yürüyüş çizgimiz hepten bilinmez değildir. Emek hareketinin fiili pratiğinde, bu zaten keşfedilmiştir. İşçi sınıfı, hem teorik hem de pratik olarak, mücadelesinin bu aşamasında kullanılacak yöntemlerle meşguldür.


Siyasi mücadele ile parlamenter mücadeleyi özdeş sayan Sosyalistler mevcuttur. Onlar için işçi sınıfının tüm siyasi mücadelesi siyasi kampanyalardan ve meclis konuşmalarından ibarettir. Bu görüşün darlığı tekrar tekrar gösterilmiştir. Oy hakkının sınırlı olduğu her yerde, proletaryanın temsili zorunlu olarak azınlıkta kalır; öyleyse işçilerin görevi, demokratik bir seçim yasasının fethidir. Bu, ancak kitle eylemi olarak adlandırabileceğimiz parlamento salonları dışındaki yığınların siyasi faaliyeti sayesinde mümkündür. Aynı şey savaşa karşı mücadele için de geçerlidir. Bu önemi pek büyük bir siyasi çatışmadır, lakin meclis salonların içinde yürütülemez. Mecliste işçi temsilcileri protestolarını dile getirebilirler, ancak hükümeti destekleyen burjuva çoğunluğa karşı azınlıktadırlar. Ve savaş ile barış gibi büyük meselelerin bağlı olduğu diplomatik müzakereler, halkın temsilcilerinin huzurunda açıktan yürütülmez; ulusların yaşamı için hayati önem taşıyan bu konular, küçük bir bakanlar zümresi tarafından kapalı kapılar ardında tartışılır. Savaşı önlemek için proletarya, hükümeti barışı korumaya zorlamak için yeterli bir kamuoyu ağırlığını taşımalıdır. Bu ancak kitlesel eylemlerle yapılabilir.


Sosyalist bir proletaryanın salt varlığı, barış için güçlü bir etki oluşturur. Devrimci bir partinin halk kitleleri üzerindeki büyük etkisini karşısına aldığında, her hükümet savaşa dair en azından gizli bir ürküntü doğurur. Zira yabancı bir güçle başarısız bir çatışma, her zaman akabinde devrimci ayaklanmaları ve mevcut hükümetin tamamen düşmesi tehlikesini getirebilir. Proletaryaya duyulan bu korku, son kırk yılda Avrupa'da barışın korunmasına çok şey kattı. Ancak bu, işçilere aldatıcı bir güvenlik duygusuna kapılmaları için hiçbir mazeret bırakmaz. Savaşın yolunu açan uluslararası rekabet güçleri sürekli olarak güçleniyor. Ve burjuvazi, egemen sınıf olarak, işçi sınıfını komuta etmeye, boyun eğdirmeye alışkın olduğu ve kendi kontrolü altında güçlü bir hükümet aygıtına sahip olduğunu bildiği için, halk kitlelerini düşman olarak gösterdiği yabancı bir güçle çatışmaya sürükleyebileceğinden emindir. Bundan ötürü işçiler kendilerini en iyi şekilde geliştirmeli, inisiyatif almalıdır. Sadece suskunluğunu koruyanların arzularını kimse dikkate almayacaktır. Ancak işçi kitleleri enerjik protestolarda bulunur ve mümkün olan tüm vurgularla savaşa girmeyeceklerini ilan ederse, o zaman hükümet ihtiyatlı davranmak zorunda kalacaktır. Şu anda hiçbir hükümet, büyük halk kitlelerinin enerjik bir şekilde ilan edilen arzusuna karşı bir savaşa girişmeye cesaret edemez.


İşçiler, kitlesel mitingler ve sokak gösterileri yürütürken içgüdüsel olarak bunu hissettiler. Ancak bu faaliyetler, katılımcıların iradesini ifade etmekten daha fazlasını yapar. Bir propaganda ve ajitasyon yöntemi olarak etkileri geniş bir alana yayılmıştır. Kayıtsız kalanların dikkatlerini çekerler ve mücadeleden uzak kalanlarda umut ve güven uyandırırlar. Giderek artan sayıda insanı mücadeleye çekerler ve böylece tüm proletaryanın cesaretini ve coşkusunu yükseltirler. Ve hükümetin bu gösterilerin etkisinin farkında olması dahi, onlardan korkması ve onlara yol vermeye meyilli olması için yeterli bir nedendir.


Ama açıktır ki, burjuvazi ve hükümet kesin olarak savaşa karar vermiş olsaydı, bu tür gösteriler onları amaçlarından vazgeçmeye zorlamaya yetmezdi. Bu gibi araçlar, proletaryanın iradesini hükümete dayatamaz; ancak savaşa yol açan kuvvetlerin büyük olmadığı durumlarda etkilidirler. Böyle durumlarda hükümetler, sadece bir hevesi tatmin etmek veya önemsiz bir avantaj elde etmek uğruna savaş ilan etmeyeceklerdir. Onlar, işin içinde nelerin olduğunu bilir ve mümkün olduğunca savaşsız devam etmeye çalışırlar. Savaş ilan etmeye karar verirlerse, bunun nedeni çok önemli kapitalist çıkarlara hizmet edilecek olmasıdır. Ama büyük sermayenin yeni yatırım alanları doğrultusunda gelişmesi o kadar kalıcı, o kadar kesindir ki, bazen hükümetleri savaşa girmeye ve tüm burjuvaziyi bir savaş ateşine sürüklemeye zorlar. Bu olduğunda, kitle mitinglerinden ve sokak gösterilerinden gelen barış baskısı etkisiz kalır. Proletaryanın barış ajitasyonuna karşı bir fanatik milliyetçilik dalgası harekete geçirilir. Sokak gösterileri yasaklanabilir. Vatanseverlik, herhangi bir muhalefetin bastırılması için bir bahane işlevi görür ve birliklerin seferber edilmesi, proletaryanın en aktif unsurlarını askerlik kanunu altına alır. O zaman bu şartlar altında ne yapılmalı?


Bu noktada çatışmalar gerçekten ciddileşir. O zaman işçiler alışılagelmiş olanlardan daha etkili araçlara başvurmalıdır. Ancak mücadelenin kesin biçimi konusunda varsayımların ötesine geçmek mümkün değildir. Kopenhag'da Keir Hardie ve Vaillant, savaşa karşı kullanılacak nihai silah olarak demiryollarında, cephaneliklerde ve mühimmat fabrikalarında çalışanların grevini öne sürmüşlerdi. Bu taktik biçimi, Fransız ve İngiliz koşullarına uyarlanmıştı. İngiltere'de işçi sınıfının büyük kitlesi savaşa karşı kayıtsızdı, çünkü İngiliz savaşı bir deniz muharebesi ya da profesyonel, para karşılığı tutulmuş birlikler tarafından yürütülen bir kara harekâtı demektir. Öte yandan, askeri operasyonlar, birliklerin silahlandırılmasında ve sevkiyatın yürütülmesinde istihdam edilen işçi gruplarına bağlı olacaktır. Fransa'da durum, nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan küçük kapitalistler ve çiftçiler için büyük ölçüde aynıdır. Bu nedenle, Hardie ve Vaillant'ın önerisi, onlar için son derece doğal bir önermedir. Ancak içerdiği yanılgı, tüm bir sınıfa ait olan yükü nispeten küçük bir gruba yüklemesi gerçeğinde yatmaktadır. Bu tür herhangi bir grup, hükümetin üstün güçleri tarafından kolaylıkla alt edilebilir; kamuoyu, ona karşı kullanılan herhangi bir şiddet yöntemini onaylayacaktır. Bir savaş, bu tür oldukça mekanik aygıtlarla değil, ancak tüm işçi sınıfının eylemiyle önlenebilir. Savaşa karşı mücadele, sınıfın sınıfa karşı siyasi mücadelesidir; ancak tüm proletarya tüm gücünü hükümete ve burjuvaziye karşı sarf ettiğinde başarılı olabilir.


İşçi sınıfının en güçlü silahı grevdir; siyasi kitle grevi, devrimin en büyük silahıdır, işçilerin koşullarına en uygun olanıdır. Muazzam gücü, özellikle 1893'te Belçika'da ve 1905'te Rusya'da olmak üzere defalarca kanıtlanmıştır. Savaşa karşı kullanılıp kullanılamayacağı ve en iyi nasıl kullanılabileceği konusunda büyük fikir ayrılıkları vardır. Büyük mitinglerin ve sokak gösterilerinin sıradan olduğu Batı Avrupa ülkelerinde Sosyalistler, sınırlı bir süre için protesto grevinin bir etki yaratacak asgari bir güç gösterisi olduğunu keşfettiler. Öte yandan, Alman Sosyalizminin liderlerinin kitlesel grevi savaşı önleme aracı olarak kullanma önerisine tahammülleri yoktur. Muhalefetleri kısmen, hükümetin emek hareketinin acımasızca bastırmasına yol açarak kendisine ket vuracak ve güvenle beklediği zaferi uzun yıllar erteleyecek gereksiz çatışmalar kışkırtma korkusundan kaynaklanmaktadır. Ancak bu durumdaki bir diğer önemli unsur, Alman emek hareketinin örgütlenmede ve sayısal güçte dünyaya öncülük etmesidir. Zayıf bir hareket hemen en güçlü silahını kullanmak zorunda hissederken, güçlü bir hareket kütlesinin basit basıncıyla aynı sonucu elde edebilir. Buna ek olarak, daha yeni polis gücünden koparılan sokak gösterilerinin Almanya'da diğer ülkelere göre çok daha büyük bir etkiye sahip olduğu unutulmamalıdır.


Bu, Almanya'da savaşa karşı siyasi bir grevin imkansız olduğu anlamına gelmez. Nihai kararı veren liderlerin arzusu değil, daha ziyade koşulların zorlamasıdır, kitleler pek öngörülemez bir şekilde hareket etmeye mecbur kalabilir ve bu durumda liderler, tercihlerine ve önyargılarına rağmen onunla beraber sürükleneceklerdir. Savaş tehlikesinin gerçekten yakın olması durumunda, bu kuşkusuz gerçekleşecektir. Almanya'nınki gibi sosyalist tedrisattan geçmiş bir işçi sınıfı, kendisinin egemen sınıfın komutasındaki bir savaşa sürüklenmesine izin vermeyecektir. Tehlike ne kadar büyükse, işçi sınıfı o kadar çok uyanacak, kendisini her türlü silahla o kadar enerjik bir şekilde savunacaktır.


Şimdiye kadar buna hiç gerek kalmadı; Her durumda savaş tehlikesi, az ya da çok hareketli bir dönemden sonra geçti. Almanya, Avrupa'nın en büyük baş belası olmasına rağmen, işçilerin gösteri yapmalarına engel olunmaması, hükümetin ciddi ve kesin bir savaş planlamadığını gösteriyor. Ancak tehlike sürekli olarak tekrar eder ve gittikçe daha da tehditkar bir forma bürünür. Öyleyse, şimdi salt teorik olan şey, nihayetinde pratik haline gelmelidir. O zaman savaşla ilgili çatışma, burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin en önemli unsurlarından biri haline gelecektir. Barış için bu çatışmada işçiler, en keskin silahlarını kullanmaya ve egemen sınıfın tüm gücüne karşı seferberlik için savaşma güçlerini mükemmelleştirmeye zorlanacaklardır. Böylece emperyalizmin gelişimi, kapitalizme son verecek devrimci gücü ortaya çıkaracaktır.


Dünya tarihinde yeni bir çağ başlıyor. Şimdiye kadar savaşlar, insanlığın gelişiminde gerekli bir unsur olmuştu; kapitalizm altında kaçınılmaz oldular. Egemen sınıflar sadece kitleleri ellerinde tutmuşlardı ve muhalefet olmadan onları sermayenin çıkarları doğrultusunda savaşa sürükleyebiliyorlardı. Şimdi, ilk kez, dünya tarihinde yeni bir güç ortaya çıktı, bilinçli işçilerin gücü. Şimdiye kadar işçi sınıfı burjuvazinin üstesinden gelecek kadar güçlü olamadı. Ancak şimdi rekabet halindeki kapitalist hükümetlerin militarizmine karşı barışı sağlama kararlılıklarını kahramanca ilan ediyorlar. Ve savaşa karşı bu savaş, kapitalizmden sosyalizme götürecek olan devrim sürecinin başlangıcı demektir.

Comments


bottom of page