top of page

Bir Sol Komünistin Otobiyografisi: Jan Appel (1890-1985)

Akıntıya Karşı’nın Notu

Jan Appel sıradan bir komünist proleterdi. Bu sıradan proleterin hayat hikayesinde insanlığın ulaşabileceği muazzam geleceğin ve potansiyelin, komünizmin izlerini görmek aynı zamanda bu geleceğin anahtarı olan komünist solu yaratan insanlığın tekil bir ifadesini bulmak mümkündür. Fransa’daki Sol Komünistlerin yayın organı L’Etincelle bir makalede şöyle bir tesbitte bulunuyordu:

Proletarya içerisinden çıkardığı büyük devrimci figürler, adanmış militanlar, yorulmaz savaşçılar, şehitler, düşünürler ve eylem insanları bakımından şimdiye kadarki bütün sınıflardan daha zengindir. Bunun sebebi, gerici sınıflara karşı ancak ayrıcalıklı birer sınıf olarak kendi egoist çıkarlarını savunan, kendi egemenlik sistemlerini kurmaya çalışan diğer devrimci sınıflardan farklı olarak, proletaryanın kazanacağı bir ayrıcalık olmamasıdır.

İşte Jan Appel’i hem önemli bir komünist savaşçı hem de sıradan bir işçi yapan özellik budur ve Appel’in bu iki özelliği kişisel tarihinde birleştiren, onun biyografisinde somutlaştıran proletaryanın temel devrimci niteliğidir. Bu nitelik anlaşılmadan Appel olağanüstü bir kişilik gibi görülebilir ve onun mütevaziliğinin sebepleri anlaşılamaz.

Burada ne Appel’in otobiyografisinde üzerinden atladığı detayları çoğaltmayı ne de onun tarihsel önemini daha derinlikli bir biçimde açıklamayı amaçlıyoruz. İlgilenenler bunlara bir şekilde ulaşacaktır. Bu otobiyografiyi yayınlarken esas amaç, komünist solu yaratan gerçek militanlardan birini, komünist sol ilkeleri mücadeleden çıkaran işçilerin hikayelerini Türkiyeli proleterlere tanıtmaktır. Komünist Sol kendinden menkul teorisyenler veya entelektüeller tarafından üretilmedi. Bizzat mücadele içerisindeki proleterler ve onların örgütleri tarafından, proletaryanın geçen yüzyıl boyunca yaşadığı yenilgilerin acı dersleri süzülerek üretildi. Komünist Sol’u sınıfın yaşayan bir mücadele teorisi yapan da budur.


Jan Appel’in hayat hikayesinin gösterdiği gibi, Komünist Sol 1917-23 döneminin kitlesel devrimci coşkusu çekilip, 1930’larda ve 1940’larda tepe noktasına ulaşan karşı-devrimle birlikte çok küçük gruplar tarafından, “akıntıya karşı” bir şekilde savunulmuştur. Sol Komünistlerin bir kısmı bu karşı devrimci dönem boyunca Stalinist, faşist ve “demokratik” rejimler tarafından toplama kamplarına atıldı ve öldürüldü. Sınıfın demoralizasyon ve yenilgisi birçok başkasını hareketten kopardı. Karşı-devrim dönemi kapanıp komünist solun yeni örgütleri kurulduğunda, Appel gibi sağ kalan bir avuç militan önceki kuşağın deneyimlerini yeni kuşağa taşıyan önemli birer bağ görevi gördüler. Jan Appel (fikirsel ayrılıklarına rağmen) Enternasyonal Komünist Akım’ın kuruluş kongresine katılmış ve ölene kadar da yeni kuşak militanlara her açıdan destek olmuştu. 1985’de öldüğünde Appel, geriye sadece bir teorik çalışmalar külliyatı değil bir militan, sol komünist örgütlü mücadele kültürü bıraktı. “Konseyci” olmasına rağmen en gerici karanlık dönemlerde dahi örgütsel mücadeleyi asla bırakmadı.


Onun cesareti ve militan duruşunu en iyi açıklayan belgelerden biri, delege olarak bulunduğu Komünist Enternasyonal’in 1921’deki 3. Kongresi sırasında KAPD adına yaptığı müdahaledir. İçlerinde Bolşeviklerin de bulunduğu kimi delegelerin alay ve küçümsemelerine karşı, bizzat Lenin, Radek, Troçki gibi dünyaca tanınmış militanlarla çatışmayı göze alan, parti çevreleri dışında tanınmayan bir proleter olan Appel, daha o günden cesurca şu gerçeği seslendirebilmişti:

Rusyalı yoldaşlar süpermen değiller ve onların da bir denge unsuruna ihtiyacı var. Bu denge unsuru bütün uzlaşma taktiklerini, parlamentarizmi ve eski sendikaları içinden atmış bir Komünist Enternasyonal olmalıdır.

Jan Appel’in müdahalesi Komünist Enternasyonal’i kazandı. Onu aşan çok daha büyük tarihsel güçler karşı-devrim sürecini Rusya’da ve bütün dünyada başlatmaktaydı. O da sınıfıyla birlikte yenildi. Ama bu durum onu ömrünü işçi sınıfına adamaktan alı koymadı. Yenilgilerin dersleri gelecek zaferlerin anahtarını taşıyordu. Appel’in hayatı ve mücadelesi üzerine bu kısa otobiyografiyi sunarak, Türkiyeli proleter militanlarda komünist solun tarihi, gelişimi ve birikimi üzerine ilgisilerini uyandırmayı umuyoruz.


Jan Appel – Otobiyografi (1966)


Almanya’dan Hollanda’ya geldiğimden beri 40 yıl geçti ve o zamandan beri Almanya devrimci işçi hareketinin dışındayım. Şimdi o dönemden eski bir yoldaşla yeniden bağ kurabildiğim için anılarımı sunmaya karar verdik.


Benim adım Jan Appel, 1890'da Mecklenburg'da bir köyde doğdum. İlkokula gittim ve gemi inşa zanaatını öğrendim. Daha doğumumdan önce babam bir sosyalistti. Ben de 18 yaşıma geldiğimde Sozial-demokratische Partei Deutschlands [SPD yani Almanya Sosyal Demokratik Partisi]'ne üye oldum. 1911'den 1913'e kadar askerlik yaptım ve sonra savaşta tekrar orduya alındım. Ekim 1917'de terhis edildim ve Hamburg'da tersane işçisi olarak çalışmaya gönderildim. 1918'de bir mühimmat fabrikasındaki işçileri grevi çağırdık. Grev, Vulkan-Werft'te bir hafta boyunca sürdü. Sloganımız: "Barış İçin!" idi. Bir hafta sonra grev sona erdi ve Ateşkes Antlaşması duyuruldu (11 Kasım). Bu sırada kanunen hala askerlik hizmetindeydik. Bu dönemde Hamburg’daki Sol Radikallerdendim. Kasım 1918'de denizcilerin ve Kiel tersane işçilerinin isyanı başladı. Pazartesi günü Kiel'deki işçilerden neler olduğunu duyduk.


Bunun üzerine askeri yönetim altında bulunan tersanede gizli bir toplantı yapıldı. İşyerindeki tüm iş durdu, ancak işçiler tersaneden ayrılmadılar. Genel Grev çağrısı yapılması için 17 gönüllüden oluşan bir heyet Sendika merkezine gönderildi. Sendikacıları bir toplantı yapmaya zorladık. Fakat sonuç olarak, Allgemeine Deutsche Gewerkschaftsbund [ADGB] ve SPD'nin tanınmış liderleri, greve karşı olumsuz bir tutum takındı. İşçiler ile sendika ve SPD şefleri arasında saatlerce süren sert atışmalar yaşandı. Bu arada, 17.000 işçinin çalıştığı Blohm und Voss Tersanelerinde öğle yemeği molasında kendiliğinden bir isyan patlak verdi. İşçiler fabrikaları ve Vulkan tersanelerinden çıkıp Sendika Binası önünde toplandılar. Liderler bunu duyunca ortadan kayboldu.


Devrim başlamıştı.


O günlerde Almanya'daki Sol Devrimci işçi hareketinin ön saflarında bir yer almıştım. Fabrikalarda ve halka açık toplantılarda bir konuşmacı olarak ve o zaman henüz yeni kurulmuş olan Revolutionäre Obleute Başkanı [Devrimci İşyeri Delegeleri], Linksradikale Gruppe [Sol Radikalgrup] üyesi olarak sonunda Spartakusbunde’a girdim ve ardından da Kommunistische Partei Deutschlands [KPD] Hamburg Bölge Örgütü'nde öncü bir rol oynamaya başladım.


Ocak 1919'da Sendika Genel Merkez Binasında Revolutionäre Obleute'nin büyük bir toplantısı yapıldı. Bu toplantı Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'in Berlin'de öldürülmesinden sonra yapılmıştı. Bu toplantıda Unabhängige Sozial-demokratische Partei [Bağımsız Sosyal Demokratik Parti – USPD]’den Ernst Thälmann ile tanıştım ve ertesi gece USPD'li yoldaşlarla birlikte Barenfeld'deki kışlalara bir yürüyüş düzenledik. Muhafızlar ve uyuyan askerler gafil avlandı ve işçilerin silahlandırılması sağlandı. 4000 silahımız vardı. İyi silahlanmış bir savaş gücü oluşturmakla geçen tam bir haftanın sonunda, silahlananlar teker teker dağılmaya başladı ve silahlarıyla birlikte ortadan kayboldular. İşte tam bu noktada, sendikaların devrimci mücadelenin amaçları için oldukça yararsız olduğu sonucuna vardık ve Revolutionäre Obleute konferansında, İşçi Konseylerinin temeli olacak devrimci fabrika örgütlerinin oluşturulmasına karar verildi. Hamburg'tan çevreye doğru, fabrika örgütlerinin[Betriebs-organizasyon] kurulmasına yönelik propaganda yaygınlaştırıldı ve Allgemeine Arbeiterunion Deutschlands veya AAUD [Almanya Genel İşçiler Birliği] (Okuyucu bu örgütü sendikayla karıştırmamalıdır).


Bu gelişme ve buna eşlik eden netleşme esnasında, benim ana görevim Revolutionäre Obleute'nin Başkanlığı olduğundan, kısmen örgütsel nedenlerden ötürü, KPD Hamburg Bölgesi Başkanlığı görevlerini de üstlendim. Bu şekilde KPD'nin Heidelberg [İkinci] Kongresi'ne delege oldum.


[......]


Şimdi 1966’da, Heidelberg Kongresi'nin üzerinden 47 yıl geçmiş bulunuyor. Bugün bu Kongrede yapılan tartışmaları ve alınan sonuçları daha yakından incelemenin pek bir anlamı yok. Ama şu kadarını belirtmem gerekir ki, o kongrede bize KDP'nin ana yönelim ve hedefinin burjuva parlamentosuna katılım yönünde değiştirildiği açıklaştı. Almanya'daki devrimci işçi hareketine dair izleyeceğimiz politikaya ilişkin daha önceden sahip olduğumuz kanaatlere bağlılığımızı sürdürmek istediğimizden, mevcut durumda artık KPD içinde örgütlü bir eğilim olarak devam etmemiz imkansız hale geldi. Bundan kısa bir süre sonra KPD'nin Hamburg Bölgesi de bu kararı aldı.1


Nisan 1920'de Berlin'de, Hamburg'daki yoldaşlarla aynı görüşe sahip olan KPD'deki grup, Almanya Komünist İşçi Partisi'ni [KAPD] oluşturmak için adımlar attığında, KPD'ye katılımım sona erdi. Kapp-Lüttwitz darbesinin olduğu günlerdi ve ben de Ruhr bölgesine gitmiştim. Hamburg'a döndüğümde, KAPD'nin kuruluş kongresinde, bizim yokluğumuzda, Franz Jung ve benden oluşan bir delege heyetinin, KAPD'yi, o esnada toplantı halinde olanKomünist Enternasyonelin Yürütme Komitesin’de[KEYK] temsil etmek üzere Rusya'ya gitmek için seçildiğini öğrendim. Görevimiz KAPD'nin kuruluşunu rapor etmek, görüşlerini ve politik hattını sunmak ve KPD Zentrale [Merkez Komitesi]'inin Ruhr'daki mücadeleye karşı sergilediği hain tavrın eleştirisini duyurmaktı.


Rusya’ya karadan geçmemiz imkansızdı ve Baltık Denizi geçişi de blokaj ile kapatılmıştı. Bize açık olan tek rota, Kuzey Denizi ve Atlantik boyunca uzanarak, Norveç ve Kuzey Burnu'ndan geçerek Arktik Okyanusu'na, Archangelsk ve muhtemelen Murmansk'a ulaşmak gibi görünüyordu. Bununla birlikte, bu bölgenin Ruslar tarafından geri alınıp alınmadığı, yani Bolşeviklerin burayı yeniden ele geçirip geçirmediğinden emin değildik. Bundan kısa bir süre önce, basında, Amerikan filosunun, o zamana kadar bölgeyi işgal etmiş olan askerlerinin tamamiyle geri çekildiğine dair küçük bir haber çıkmıştı. Bu belirsizliğe rağmen yolculuk riskini almaya karar verdik. Tanıdığım bir yoldaş olan Herman Knörfen, buharlı gemi Senatör Schröder'de bir denizciydi. Bu gemi, İzlanda çevresindeki balıkçılık alanlarına düzenli olarak dört haftalık yolculuklar yapıyordu ve dönüşünün ardından Cuxhaven'da en az bir hafta kalıyordu. Herman Knörfen'i aradım. Tam o sırada Hamburg'daydı, gemi Cuxhaven limanındaydı ve üç gün sonra dışarıya doğru yolculuğuna başlayacaktı. Knörfen istekliydi ve ekibin çoğunluğu da öyle – gerçekten de, devrimci zamanlarda yaşadığımızın bir başka göstergesiydi bu!


Franz Jung ve ben, başka bir devrimci denizciyle birlikte kaçak yolcu olarak yola çıktık. Heligoland'ın kuzey ucunu geçerken, kaptanı ve yardımcılarını silah zoruyla tutuklayıp ön kabine kilitledik. Yolculuk 20 Nisan'da başladı ve 1 Mayıs'ta Murmansk limanı Alexandrovsk'ta sona erdi. Sadece Norveç'te Trondheim'a kadar olan bölge için deniz haritalarına sahiptik ve bunun ötesinde bize rehberlik eden tek şey, merkezindeki Kuzey Kutbu ile aşağıya bakan dünyanın bir görüntüsünü sunan bir yelken el kitabındaki küçük bir haritaydı. Bu haritanın kenarlarında Norveç, Rusya, Sibirya ve Alaska kıyıları görülüyordu. Bu, yeni Önderimiz Kaptan Herman Knörfen'in rotasını yönlendirmekte kullanabildiği tek navigasyon aracıydı! Tromsø'nun [Hammerfest] kuzey ucunda, iki gün süren amansız bir fırtınanın ardından yoğun kar yağışı altında kaldık, bu yüzden uzaktaki kıyıların görüntüsü de kaybolmuştu. Belirsiz durum sürekli ve dikkatli gözlem gerektirdiğinden hepimiz çok yorulmuştuk. Böyle, aşırı yorgun bir şekilde, güneye doğru yelken açtık, sahil şeridini veya biraz dinlenebileceğimiz herhangi bir kara parçasını aradık. Amerikan filosunun geride bıraktığı bir şamandıraya bağlanabilmemiz için bizi Alexandrovsk fiyorduna götüren kör talihten başka bir şey değildi. Nerede olduğumuzdan veya Amerikalıların ayrılıp ayrılmadıklarından emin olabilmemiz için saatlerce beklememiz gerekiyordu. Sarp kar duvarının arkasında siyah bir duman sütunu belirdi; bu sütunlar, biz ve gemimiz suyun üzerinde dururken, ciddi bir mesafeden yavaş yavaş bize yaklaştı.


Sonra, uçurumun en ucundan bir buharlı römorkör göründü ve nihayet büyük bir kızıl bayrak gördük. Bizim için bu, Komünistlerin Ülkesine geldiğimizin işaretiydi. Bir süre sonra içerisinde silahlı adamların bulunduğu bir motorlu tekne göründü. Çekme halatını kavrayarak, uçurum duvarlarının arasından iç kesimlerde Murmansk'a doğru gemiyi yüzdürdük. Yoldaş olarak kabul edildik ve bundan sonra savaş sırasında inşa edilen demiryolundan Petrograd'a, şimdiki Leningrad'a gittik.


Leningrad'da Komünist Enternasyonal Başkanı Zinoviev ile konuştuktan sonra Moskova'ya gittik. Orada, gelişimizden birkaç gün sonra, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesine (KEYK) açıklamamızı ilettik. Davamız tartışıldı, ancak kimin konuştuğunu ve ne söylendiğini artık çok net hatırlamıyorum. Ancak, kısa bir süre içinde Lenin tarafından kabul edileceğimizin söylenmesi dışında dürüst bir yanıt almadık. Lenin ile bu toplantı da yaklaşık bir hafta veya biraz daha uzun bir süre sonra gerçekleşti.


Lenin elbette bizim ve KAPD'ın bakış açısına karşı çıktı. Bir süre sonra ikinci bir toplantı sırasında bize cevabını verdi. Bunu, bize "Sol Kanat Komünizmi - Çocukluk Hastalığı" adlı broşüründen alıntılar okuyarak yaptı ve davamızla ilgili olduğunu düşündüğü pasajları seçti. Elinde bu belgenin henüz basılmamış olan taslağını tutuyordu. Başlangıçta bizzat Lenin tarafından verilen Komünist Enternasyonal yanıtı, KEYK'nin bakış açısının, daha önce örgütsel olarak koptuğumuz KPD'nin bakış açısıyla aynı olduğunu gösteriyordu.


Murmansk ve Norveç üzerinden oldukça uzun bir dönüş yolculuğunun ardından, Jan Appel'in gözden kaybolması gerekli hale geldi ve bundan sonra Almanya'daki faaliyetlerimi Jan Arndt adı altında sürdürdüm. Spandau yakınlarındaki Seefeld'de ve Halle yakınlarındaki Ammerndorf'ta beden ve ruhu bir arada tutmak için gerektiğinde çalışmak ve zaman zaman toplantılarda konuşmak - bu benim hayatımın temeliydi. AAUD'nin "Der Klassenkampf" [Sınıf Mücadelesi] dergisinin düzenli olarak yayımlanmasında da yardımcı olduğum Rheinland ve Ruhr'da hemen hemen aynı türden faaliyetler gerçekleştirdim. 1920'de KAPD, Üçüncü Enternasyonal'e sempatizan parti statüsünde kabul edildi. Bu, KEYK ile KAPD'nin bazı önde gelen üyeleri arasındaki müzakerelerin bir sonucuydu. İkincisi, Hollandalı Herman Gorter, Berlin'den Karl Schröder, eski SPD Reichstag yardımcısı Otto Rühle ve Fritz Rasch'tan oluşuyordu. Moskova'daki Komünist Enternasyonal'in Üçüncü Kongresinde, çalışmalarımıza rehberlik etmesi gereken politikanın türü ile ilgili bakış açımızı ifade etme özgürlüğüne sahip olduk. Ancak diğer ülkelerden gelmiş olan mevcut delegelerden herhangi biriyle anlaşmaya varamadık. Bu Kongrede alınan kararların ana içeriği, eski sendikalarda ve demokratik yerel parlamentolarda KPD ile işbirliğine devam etmemiz ve "Tüm İktidar İşçi Konseylerine!" sloganını bırakmamız gerektiğiydi.


Bu, Komünist Enternasyonal ile ilişkili bir örgüt olarak kalmak istiyorsak kabul etmemiz gereken meşhur "21 Koşul" politikasıydı. Elbette buna karşı çıktık ve bu konuda kararın ancak KAPD'nin ilgili organı tarafından alınabileceğini ilan ettik. Almanya’ya dönüşümüzden sonra bu konu tartışıldı. Ardından, Kongre'den önce olduğu gibi, faaliyete yeniden başlamak için Ruhr'a ve Rheinland-Vestfalya'ya geri döndüm. Bu hareketlilik, tutuklanmamla Kasım 1923'de sona erdi. Tutukluluğumun nedeni, Rhineland ve Ruhr'un Fransızlarca işgal edilmesiydi, ancak iddianamede gerekçe korsanlık idi (KAPD delegasyonunun Moskova’daki Komintern Kongresine katılmak üzere bir gemi kaçırmış olması) ve bu suç sadece Hamburg'da yargılanabilirdi. Kendimi siyasi bir mahkum olarak göstererek ve Fransız işgal yetkililerine başvurarak [Almanya'nın işgal edilmeyen bölgesine] iade edilmekten kıl payı kurtuldum. Bununla birlikte, Almanya ile Müttefik güçler arasında bir iade anlaşmasının imzalanması yakın olduğu için, gönüllü olarak Hamburg'a sınır dışı edilmeyi kabul ettim. Orada yargılandım ve mahkum edildim ve bu yüzden hapishanede zaman geçirdim. Bu mahkumluk, 1925 Noelinde sona erdi.


Nisan 1926'da bir tersane işçisi olarak hayatımı idame ettirebilmek için Hollanda'da Zaandam'a gittim. Vardıktan hemen sonra, şahsen tanımadığım ancak adresi bana verilen bir yoldaşıma yazdım. Bu Henk Canne-Meijer'di. Piet Kurman ile birlikte beni Zaandam'da buldu. Her ikisi de KAPD ile aynı görüşlere sahipti ve Hollanda Komünist Partisi'nden kopmuşlardı. Ancak Hollanda'daki mevcut KAP grubuyla hiçbir bağlantıları da yoktu. İkisi de Herman Gorter'ın yakın arkadaşlarıydı. Görüş ve deneyimlerimizi paylaştık ve benzer fikirlere sahip diğer kişilerle düzenli toplantılar yaptık. Bu şekilde, yavaş yavaş Uluslararası Komünistler Grubu [GIK] adını verdiğimiz bir gruba dönüştük. Pozisyonlarımızın ve analizlerimizin yayınlanması, Uluslararası Komünistlerin haberleşme organı olan PSIC [Uluslararası Komünistlerin Basın Servisi] aracılığıyla gerçekleşti.


Düsseldorf'taki hapishanede geçirdiğim, toplam on yedi aylık süre boyunca, Marx'ın Kapitali’nin I. ve II. Ciltlerini inceleme fırsatı bulmuştum. Devrimci mücadele içinde geçen yıllarım, sonrasında Komünist Hareket içindeki hizipler arası çekişme ve Rus Devrimi'nin bir parti aygıtının egemenliği altında bir devlet ekonomisinin sağlamlaşmasına yol açtığı gerçeğinin farkına varmam (öyle ki biz onu tanımlamak için önce "devlet komünizmi" ve nihayet "devlet kapitalizmi" terimlerini kullanıyorduk) sonucunda bütünlüklü bir genel perspektife ulaştım. Bilanço çıkarmamın, bilinçli bir değerlendirmenin zamanı gelmişti; kapitalizmin baskısını geride bırakmak ve komünizmin özgürleştirici hedefine ulaşmak için işçilerin gitmesi gereken yolu bulmak üzere, tüm geçmiş deneyim ve faaliyetlerin aklın gözünde değerlendirilmesi zamanıydı.


Devrimci bir işçi olarak, kapitalist dünyayı daha önce anlamadığım bir şekilde anlamak için Marx'ın Kapitali’ni inceledim. Kapitalizmin nasıl içsel yasalarıyla belirlenen bir gelişimizlemeye zorlandığını; kapitalist üretim tarzını pekiştirmek için kapitalizm öncesinden miras kalan tüm koşulları aşmak ve böylece iç düzeninde gelişecek yeni ve daha yoğun çelişkilerin tohumlarının atılacağı yatakları açmak için uzun bir süre boyunca nasıl geliştiğini; nasıl bir yandan içsel toplumsal yapıda sürekli yeni değişiklikler getirdiği, ancak aynı zamanda, en temel çelişkileri yeni ve giderek daha belirgin antagonizma düzeylerine doğru ittiğini inceledim. Kapitalizm, öncelikle toprağı emekçilerden alır; daha sonra bağımsız yaşam araçlarına el koyar ve böylece emeğin ürünlerini kendine mal edebileceği koşulları yaratır. Emeğin meyveleri üzerinde ve dolayısıyla üreticilerin kendileri üzerindeki tasarruf hakkı giderek daha az kişinin eline geçmektedir. Bundan sonra, Rus Devrimi'nin tek başarısının, mülksüz üreticiler üzerinde devlet baskısı uygulamak için gerekli tüm araçlarla donatılmış, tamamen merkezileşmiş bir despotik iktidar aracı olarak Rusya Komünist Partisi’nin şekillenmesi olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda kaldık.


Ama fikirlerimiz daha ileri gitti: Son tahlilde, insan toplumundaki en şiddetli ve en yoğun çelişki neyin ne kadar ve nasıl üretileceği üzerindeki kararın üreticilerin kendilerinden alınıp onlardan uzakta ve son derece merkezi iktidar organlarında belirlendiği gerçeğinde yatıyordu. Bugün, bu farkındalığa ilk kez hapishanede otururken ulaştıktan kırk yıldan fazla bir süre sonra, bu çelişkinin dünyanın her yerinde daha da büyük ölçüde derinleştiğini görüyorum. İnsan toplumundaki bu temel ayrım ancak, üreticiler nihayet emeklerinin koşullarını kendileri belirleme hakkına ulaştığı zaman, neyi nasıl nasıl ürettiklerini kendileri karar verdiği zaman aşılabilir. Bu konu üzerine cezaevindeyken sayfalar dolusu yazdım. Hollanda'ya Uluslararası Komünistler Grubu'nu görmek için gittiğimde aklımda bu düşünceler ve elimde bunlarla ilgili yazılar vardı.


[......]


Bugün, 1966 yılında, Uluslararası Komünistler Grubu [GIK] olarak yeni düşüncelerimizi ifade etmek ve onları tartışmak için Amsterdam'da ilk tanışmamızın üzerinden kırk yıl geçmiş bulunuyor. Rus Devrimi'nin devlet komünizmine veya daha doğrusu devlet kapitalizmine doğru gittiği bilgisi, o zamanlar yeni bir düşünce okulunu temsil ediyordu. Bu aynı zamanda, Rus Devrimi’nin zorunlu ve doğrundan bir sonuç olarak emeği ücretli kölelik zincirlerinden kurtaracak Komünist bir toplum biçimini kuracağı yanılsamasını bir kenara bırakmayı gerektiriyordu. Aynı şekilde bu, perspektifinin odağına ücretli kölelikten kurtuluş sürecinin özünü, yani fabrika ve işyerlerinde iktidarın fabrika örgütleri, İşçi Konseyleri tarafından üstlenilmesini koyan tamamen yeni bir anlayıştı; İşçi Konseylerinin iktidarının sonucu olarak ortalama toplumsal emek saatinin her birimi, hem üretimde hem de dağıtımda tüm mal ve hizmetlerin üretim zamanının bir ölçüsü olarak kabul edilebilecektir.


Böylece, para ve diğer tüm değer biçimleri ortadan kaldırılacak ve bunların insanları köleleştiren ve sömüren bir toplumsal güç olan Sermaye biçiminde kendilerini yeniden yaratmalarının koşulu da ortadan kaldırılacaktır. Amsterdam'daki Uluslararası Komünistler Grubu'nda uzun süre çalışarak elde edilen bu birikim ve onun meyveleri, tarafımızca yayınlanan "Komünist Üretim ve Dağıtımın Temel İlkeleri" [Grundprinzipien kommunistischer Produktion und Verteilung] kitabında derli toplu bir biçimde ifade edilmiştir. Bu metin 169 adet daktilo edilmiş sayfadan oluşuyordu. Orada yazılanları kısaca anlamak için, Önsöz'den aşağıdaki pasajı alıntılayabilirsiniz:


"Komünist Üretim ve Dağıtımın Temel İlkeleri, Hollanda Uluslararası Komünistler Grubu içinde sürmüş olan 4 yıllık içsel tartışmalardan doğmuştur. İlk baskısı 1930 yılında Almanya'da, devrimci fabrika örgütü olan AAUD'nin yayın organı Neue Arbeiterverlag [Yeni İşçi Yayınevi] tarafından Berlin'de yayınlandı. Mali zorluklar nedeniyle, istenen formatta ve gerekli zamanda yayınlanan bir Hollandaca baskısı, imkanlarımızın ötesindeydi. Bunun yerine, Uluslararası Komünist Grup'un Basın Servisi’nin [PSIC] bir eki olarak, seri biçiminde yayınlandı. Tercüme nedeniyle, içerikte önemli hiçbir temel değişiklik olmamasına rağmen, bu baskı Almanca ile tamamen aynı değildir. Daha net bir akış elde etmek için, materyalin sunuluşunda ve çeşitli formülasyonlarda kimi değişiklikler yapıldı. Umarız, Komünist Üretim ve Dağıtımın Temel İlkeleri kapsamlı bir tartışmaya yol açar ve böylelikle devrimci proletarya içinde hem daha fazla netliğe hem de amaç birliğine katkıda bulunarak çeşitli eğilimlerin yol birliğine varmasıyla sonuçlanır."

Yeni bir baskısında ise şöyle yazıldı:

"Bu kitap ilk olarak ancak politik eylem alanında ulaşılması gereken sonuçları sadece ekonomik terimlerle ifade etmektedir. Bunun için, yalnızca üretim araçlarında özel mülkiyetin kaldırılmasıyla değil, aynı zamanda ücretli emeğin ortadan kaldırılmasıyla başlamak gerekmektedir. Tüm düşüncelerimiz başlangıç noktası budur. Böylelikle analizimiz şu kaçınılmaz sonuca varmaktadır; işçiler kitle örgütleri aracılığıyla iktidarı aldıklarında, ancak ücretli emeği tüm ekonomik yaşamdan silebildikleri ve bunun yerine bütün kullanım değerlerinin üretiminde harcanan emek zamanın süresini bütün ekonomik etkinliğin merkezi unsuru olarak benimseyebildikleri ölçüde politik gücü ellerinde tutabileceklerdir."

Kitabın 1930 yılında yayınlanan Almanca baskısı daha sonra ele geçirildi ve yok edildi. Kısa bir özeti daha sonra New York'ta ve bir Almanca versiyonu da Kampfsignal [Mücadele çağrısı] dergisinde yayınlandı; 1955'te Chicago'da, İngilizce versiyonu Council Correspondence2 dergisinde çıktı.


Hollanda'daki GIK'nin siyasi faaliyetine şahsen katıldım. Nisan 1933'de Almanya devletinin beni bir kez daha “görmek” istediği bildirildi. "İstenmeyen bir yabancı" olarak Hollanda’dan kovulacaktım! Ancak, Amsterdam'daki “yardımsever” Polis Komiseri, kişisel işlerimi düzene sokmak için bana zaman tanıdı. Benim için bir kez daha "yeraltına" inme anı gelmişti. Jan Appel ismen bir kere daha ortadan kayboldu. Daha sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, 1940'da ülkeyi işgal eden Hitler faşistlerinin rejimine karşı yer altı hareketinde rol oynamaya başladım.


Hollanda'da Solun tanınmış lideri Henk Sneevliet, 13-18 yoldaşımızla birlikte idam mangası tarafından katledildikten sonra, yoldaşların geri kalanıyla yeraltı mücadelesini sürdürmeye devam ettik. 1945'ten sonra haftalık "Spartacus" dergisini çıkardık. Bu 1948'e kadar devam etti. O sırada yaşadığım ciddi bir sokak kazası sonucu hastaneye kaldırılmam gerekti ve böylece bir kez daha toplumsal hayatın yüzeyine çıkmış oldum. Hollanda devletinin kuralları beni yurt dışına kovulmaktan kurtarması için nazik ve düzgün 20'den fazla burjuva vatandaşının şahitliğini talep ediyordu! Yer altı hareketinin aktif bir üyesi olmak sorunu benim lehime çözdü. Jan Appel bir kez daha ortaya çıktı, ancak bu yeni durumda tüm açık siyasi faaliyetlerden bir süre uzak durması gerekiyordu.


Bu aynı zamanda yaşamımın bir döneminin sonudur.



NOTLAR


1 ÇN: Partinin Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht öldükten sonra gerçekleşen bu ilk kongresinde liderliği Clara Zetkin ve Karl Radek’in de desteğiyle, o dönem geçici olarak Paul Levi ele aldı. Fakat baskı koşullarında gerçekleşen bu gizli kongrede, parti adına karar almaya yetecek delege yoktu. Dahası, parti tarafından seçilmiş olmayan Levi liderliği (Zentrale), kendisine belirleyici sayıda oy hakkı tanıdı. Sonuç olarak Levi kongreye Parlamentarizme ve sendikalara geri dönüşü kabul etmesi, etmeyenlerin de partiden atılması yönünde bir ultimatom dayattı. Kongrede bu kararının ancak delegelerin yokluğu ve Zentrale’in olağanüstü yetkileri sayesinde dayatabildi. Levi’nin bu fevri ve parti ruhuna aykırı tavrının sonuçları çok ağır oldu. Daha yeni doğmuş, liderliği ve birçok üyesi öldürülmüş olan parti, USPD (yani Kautsky’nin partisi) ile yapılacak bir ittifak uğruna sınanmış ve kararlı militanlarının yarısından fazlasını kaybetmiş oldu.


2 Akıntıya Karşı okuyucuları bu yayını Paul Mattick’ten çevirdiğimiz çeşitli yazıların kaynağı olarak hatırlayacaktır. Council Correspondence ABD’de Mattick etrafındaki konseycilerin 1930’lardaki yayın organıydı.

bottom of page