top of page

PROLETARYA BİR GÖÇMENLER SINIFIDIR: Afganistan'dan Göçen Proleterlere Yönelik Pogromculuğa Karşı

Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da etraflıca açıkladığı gibi, burjuvazinin tarih sahnesine çıkışıyla beraber, üretimin örgütlenmesi ilk kez yerel ya da bölgesel ölçeğin ötesine taşmış, okyanuslar ve kıtaları aşan endüstriler gelişmiştir. Kapitalist üretim biçimi yalnızca ulusal bir pazar için değil, bütün dünya pazarı için üretimi varsayar. Burjuvazi, dünya pazarını sömürerek bütün ülkelerdeki üretim ve tüketimi evrensel bir niteliğe büründürmüştür. Ürünleri için durmadan genişleyen bir pazar gereksinimi, sermayenin hakimiyetini yeryüzünün dört bir yanına yaymış, kapitalizmi de tarih sahnesinin ilk dünya ölçeğinde üretim biçimi haline getirmiştir.

Modern sanayi aynı zamanda ustalık, beceri ve güç gerektiren işleri de makineleşme ve işin toplumsal örgütlenmesi yoluyla basitleştirmiş, işçileri birer iş aletine çevirmiştir. Başka bir deyişle, modern sanayi ile nitelikli emek proleterleşmiştir. Artık yaş, cinsiyet, milliyet, ırk farklılıklarının işçiler için hiçbir ayırt edici toplumsal geçerliği kalmamıştır. Bütün işçiler, ücretler, yaş, cinsiyetler ve milletlerine fark etmeksizin, salt iş aleti olup çıkmışlardır.

Burjuvazinin bu küresel hakimiyeti ve modern sanayinin nitelikli işçiliği yok edişi proletaryanın da karakterini belirlemiştir. Kapitalizm daha ilk günden göç eden mülksüzlerden proletarya yaratmaya başlamıştır. Kapitalizmin yükseliş döneminde köylerden kente göç ettirilen, feodalizmin çözülmesiyle mülksüzleşen kitlelerin katılımıyla büyüyen proletarya, daha sonra Amerika'nın keşfiyle, Ümit Burnu’nun dolaşılmasıyla sadece kırdan kente değil, kıtalar arası bir göçmene de dönüştü. Sömürgelerle yapılan ticaret, beraberinde emek gücü ithalatını ve de proletaryanın sözün tam anlamıyla vatansızlaşmasını getirdi. En sonunda, kapitalizm çöküş dönemi içinde emperyalizm tehcirler ve kitlesel, sistematik pogromların yüzünden ülkeler ve kıtalar içinde canını kurtarmak için savaşlardan ve katliamlardan kaçan dev bir proleter kitlesi doğurdu. Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi “...sermayenin boyunduruğu, proleterde ulusallığın zerresini bırakmamıştır”. Dolayısıyla proletarya doğası ve tarih sahnesine çıkışı itibari ile göçmendir, vatansızdır, enternasyonaldir.

Proletaryanın bu sınıfsal karakteri kapitalizm karşıtı hareketi de, komünist perspektifi de zorunlu olarak enternasyonalist kılmıştır. Enternasyonalizm bugün burjuva solunun sıklıkla dillendirdiği gibi insanlar arasındaki çeşitliliğin vurgulandığı, farklılıkların saygıyla yaklaşıldığı bir kimlik meselesi değildir. Komünistler için enternasyonalizm tarihin devrimci öznesinin yani proletaryanın varoluşunun maddi koşuludur. İşte bu yüzden tüm ülkelerin işçileri çıkarları ortaktır.

Daha detaylı baktığımızda şunları belirtebiliriz:

- Marx'ın Kapital'de ya da Rosa Luxemburg'un Sermaye Birikimi'nde detaylı bir şekilde ortaya koyduğu gibi, kapitalizmin gelişiminin şafağında proleterler kırdan kente göç eden bir kitle olarak şekillendiler. Kapital'de Marx, ücretli işçi olarak kiralayabileceği hazır bir iş gücünün yokluğunda paranın sermayeye dönüşemeyeceğini açık biçimde ortaya koyar. Marx, bu iş gücünün oluşması sürecini, Kapital'in 'İlkel Birikim' üzerine bölümünde detaylı bir şekilde tartışır:

''Gelişmekte olan kapitalist sınıfın ilerlemesine aracılık eden bütün köklü dönüşümler, ama hepsinden önemlisi, büyük insan kitlelerinin geçim araçlarından birdenbire ve zorla koparılıp özgür ve korunma- sız proleterler olarak emek piyasasına fırlatıldığı anlar, ilk birikim tarihinin çığır açıcılarıdır. Kır

üreticisinin, köylünün topraktan yoksun bırakılması, bütün sürecin temelini oluşturur.'' (Marx, Kapital Cilt 1, Bölüm 26- 'İlk Birikimin Sırrı')

Bu 'fırlatılma', proletaryanın mülksüz ve evsiz kaldığı kırsal alandan iş bulabildiği herhangi bir yere göçünden başka bir şey değildir.

Ücretli iş karşılığında çalışmaya mahkum böylesi görece büyük bir nüfus ilkel birikim süreci sonucunda oluşmasaydı kapitalizm de mümkün olamazdı. Ne var ki, ilkel birikim olup bitmiş bir süreç değildir. Nasıl sermayenin ilk ortaya çıkışı mülksüz bir nüfusun yaratılmasını ve göç ettirilmesini gerektirdiyse, sermayenin genişlemesi de aynı şekilde giderek büyüyen ölçekte bir nüfusun köksüzleştirilmesini ve göç ettirilmesini zorunlu kılar. (Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, 'Yeniden Üretim Sorunu'). Kapitalizm nüfuz ettiği bütün coğrafyalarda kırı mülksüzleştirip proleterleştirerek ilk sanayi devriminin şafağında İngiltere'de gerçekleştirdiği bu süreci tekrarlamıştır.

- Proletaryanın yurtsuzluğu, bir kere kırdan kente geldiğinde ve iş bulduğunda bitmez. Kapitalizm altında üretici güçler sürekli bir devinim halindedir. Bunun en somut biçimlerinden biri sermayenin sürekli işin örgütlenme biçimini dönüştürmesinde ve makineleri üretim sürecinde devreye sokmasında görülür. Sermaye işçiyi daha sıkı çalıştırmak, daha çok ürün vermesini sağlamak için onun iş üzerindeki inisiyatifini yok eder. Çalışma sürecinde daha çok kontrol elde edebilmek için işi daha da ufak parçalara böler ve basitleştirir. İşçinin yeteneğini onun elinden alıp makineye aktırır. Bütün bu dönüşümler sonucunda, paradoksal biçimde proleter nüfus iş sürecinden bir kere daha dışlanır. Emeği daha yoğun sömürmenin tekniklerini sürekli olarak geliştiren sermaye, iş sürecinde gerekli olan emek gücünü sürekli olarak azaltır. Sermaye yoğunlaştıkça işsiz nüfusu artar. Proletaryaya bir kere daha yeni iş bulabileceği alanlara doğru, göç yolları gözükür.

- Komünist hareket de doğrudan göçmen proleterlerin bir ürünüdür. Marx ve Engels'in önderlik ettiği Komünist Lig, bizzat çoğunluğu Fransa ve başka ülkelerde yaşayan ve çalışan göçmen usta ve çırak işçiler tarafından kurulmuştur. Marx'ın 'proletaryanın filozofu' olarak adlandırdığı Joseph Dietzgen, Rusya'dan ABD'ye çok çeşitli ülkeye göç etmiş ve çalışmış bir göçmen deri işçisidir. 8 Saatlik iş günü eylemlerini ABD'de örgütleyen ve Haymarket olayları ile anılan devrimci anarşist işçiler bizzat Alman göçmen işçilerdir. Bu örnekleri sayısız biçimde çoğaltabiliriz.

- 19. Yüzyılda milyonlarca Avrupalı göçmen, önceki usta işçileri izleyen proleterleşmiş köylüler, kırdan sanayi bölgelerine ve Avrupa'dan Amerika ve diğer kıtalara göçmüş, buralarda modern sanayi proletaryasını oluşturmuştur. Bu göçmen işçilerin kurduğu yayınlar ve örgütler sayesinde dünyanın çeşitli yerlerindeki sınıf hareketi gelişmiş, aynı zamanda örneğin Bolşevik partisi gibi binlerce militanı ülke dışında sürgün olan kimi hareketler yaşam alanı bulabilmiştir.

- Emperyalist 1. Dünya Savaşının başlaması kapitalizmin açık biçimde kendi kendisi üzerinde parazitleştiğini ortaya koydu. Bu savaşta sermaye pazar rekabeti için kendi geliştirdiği üretici güçleri silahlı bir rekabette pek vahşi biçimde yok etmeye başladı. Bu yok oluşa proletarya da dahildi. Proleterler, ulusal sermayelerinin varlığını sürdürmesi amacıyla birbirlerini yok etmeye zorlandıkları bir savaşta cephelere sürüldü. Milyonlarca işçi ve yoksulun bu yok edici savaşa karşı tepkisi, savaştan kaçmak için göçmek oldu. Komünistler de 1. Dünya Savaşına karşı bozgunculuğu savunmuştur. Lenin gibi enternasyonalistler, özellikle İsviçre gibi tarafsız ülkelerdeki sosyalistlere, savaştan kaçan bütün erleri ülkelerine kabul etmek için mücadele vermeye çağırmıştır.

- Rus devrimi sırasında Rusya'da bulunan dünyanın her yerinden göçmen işçiler ve başka ülkelerin ordularından proleter erler, Kızıl Ordu saflarına geçmiştir. Çin'den Macaristan'a, Almanya'dan Türkiye'ye çok sayıda ülkeden er ve işçi kızıl ordunun içerisinde enternasyonalist birlikler kurmuştur. Öyle ki, Soljenitsin gibi bir anti-komünist, 1917 Rus devrimini bir 'yabancı işgaline' benzetmiş, kızıl

ordu içerisinde Fin, Avusturyalı, Letonyalı, Polonyalı, Yahudi, Macar ve Çinli devrimcilerin varlığından şikayet etmiş, 'Bolşevik iktidarı Letonyalılar ayakta tuttu' demiştir.

Dahası ilk komünist partilerin önemli bir kesimi, işte böyle, uluslararası savaşta savaşmayı reddedip sovyet saflarına geçen yabancı erlerden ve göçmen işçilerden oluşan kadrolar tarafından, göç ettikleri Sovyet Rusya'da kurulmuştur. Bizzat Türkiye Komünist Partisi'nin ilk kurucu kadroları böyle göçmen ve asker kaçağı proleterlerden oluşuyordu.

- Kapitalizmin emperyalist çöküş sürecine girdiği 20. yüzyılla birlikte göç daha vahşi bir biçim aldı. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra Asya, Güney Amerika ve hatta Afrika kentleri etrafında hızla kırdan göçmüş yoksul proleterler doldu. Örneğin Çin'deki son birkaç on yıl içerisinde gelişen sanayi, pratikte hukuksal haklarından arındırılmış iç göçmen statüsündeki proleterlerin yoğun sömürüsü üzerinden inşa edilmiştir.

Ne var ki, proletaryayı yurtsuz ve köksüz bırakan sermaye, aynı zamanda proleterleri milliyetçilikle, ya da gerici küçük burjuva önyargılarla bölüp yalnızlaştırmaya çalışır. Burjuva sınıfının varlık ve egemenliğinin temel koşulları, sermayenin oluşması ve büyümesidir; sermayenin varlığının koşulu da ücretli emektir. Ücretli emeğin bugün hala sürebilmesinin en temel dayanağı ise işçiler arasındaki rekabettir. Burjuvazi bir yandan göçmen mülksüzlerden oluşan enternasyonal proletaryayı oluştururken, tam da bu rekabet ile işçilerin devrimci birliğinin önüne geçmeye çalışır. Bu rekabet burjuvazinin işçiler arasında milliyetçilik, ırkçılık gibi fikirlerini yer etmeye çalışmasıyla da derinleşir.

Dünya çapında milliyetçilik ve ulus-devletler homojen ve eşzamanlı gelişmedi. Çok zaman, kimi yerel özgüllüklerle kapitalist üretim biçiminin çıkarları birleşerek ulus-devletin karakterine iskelet görevi gördü. Bazıları, yeni bir ulus-devletin bir gerekliliği olarak servet ve sermayenin farklı hizipler arasında zora dayalı aktarımının pogromlar ve katliamlar ile gerçekleştirilmesine sahne oldu. Özgül maddi koşullar, örneğin sınai gelişmemişlik ve başlangıç aşamasında zayıf bir ulusal sermayeye sahip olması Türkiye için farklı, ahenksiz “ulusal” duyuların bir bileşimi demekti. “Öğünmeye, çalışmaya, güvenmeye” dayanan, lakin her nasılsa böylesi güvensiz, itimatsız, diken üstünde bir aidiyet şemasını devamlı pekiştiren, kendisini hep “tehdit altında” gören, özgüvensiz bir ideoloji böylece meydana geldi. Adı milliyetçilik olan bu burjuva teknolojisi, bugün artık sadece sınıflar arası bir mutabakat, bir ateşkes; sınıflı toplum yapısının göbeğinde yatan uzlaşmaz çelişkinin ve radikal uyuşmazlığın baskılanması ve reddi anlamına geliyor. Hangi “milli” çıkarların hangi keyfi ve uydurma kültürel homojenliklerden kök aldıklarını, ya da üretim ilişkilerini bu topraklarda ne biçimde geliştirdiklerine değinmeyecek olsak da, bundan umar elde etmeye koşanların kimler olduğu pek açık. Olağandışı vahşilikte ve safra dolu seyreden güncel tepkisellik, yanarak ölen işçi gençlere kitle halinde hakaret edilmesiyle zirveye ulaşmış durumda. “Makul sınırlarda” iktidara talip olduğuna kendini inandırmış kişilerin zehirli söylemleriyle daha da harlanan bu ateşin çok daha vahim sonuçlara gebe olduğu da inkâr edilecek gibi değil. Hâkim sınıfın girdiği bir başka yerel kriz anında imdada yetişen sınıflararası barışçı masallardan biri olan göçmen düşmanlığı, parlamenter siyasetin alışıldık menfur tabiatına yeni sınırlar çiziyor.


AFGANİSTANLI PROLETERLERE VE YOKSULLARA KARŞI POGROMCU HAVANIN YÜKSELİŞİ

İşçiler arasında körüklenen bu rekabetin bir yansımasını bugün Afganistanlı işçilerin Türkiye’de maruz kaldıkları ırkçı ve milliyetçi saldırılarda yaşıyoruz. Göçmen sorunu Türkiye'deki proleterler açısından özellikle belirleyici bir sorundur. Türkiye işçi sınıfının önemli bir kesimi bugün artık ilk nesil göçmen

işçilerden oluşuyor ve bu yüzden de burada proleter devrimin gelişimi için göçmen işçileri kapsaması bir zorunluluktur. Diğer taraftan Türkiye'de Orta-Doğu ağırlıklı göçmen nüfusu aynı zamanda Türkiye'yi dünya devrimi açısından da stratejik bir konuma itiyor. Türkiye'deki proleter hareketin başarısı ve birliği, Kürt ve Türk işçilerin olduğu kadar, Türkiye sınırları ötesindeki Arap, Kafkasyalı, İranlı ve Afganistanlı proleterle birleşmek için önemli bir fırsat da sunuyor. Yıllardır savaş ve sekter savaşlarla bölünmüş bu proleter kesimlerle birliğin tohumu, Türkiye'deki Arap, Türk, Kürt, İranlı, Afganistan içerisindeki çeşitli etnik gruplardan proleterlerin burada kuracağı bir birlikle atılabilir.

Buna karşılık Türkiye solunun iki ana kesimi bu devrimci potansiyeli boğmak için birbirleriyle yarışıyor. Bunlardan ilki, göçmen sorunun salt hukuksal bir çerçevede gören, göçmen proleterleri tarihsel olarak devrimci bir sınıfın parçası değil, zavallı biçare mağdurlar gibi gösteren, liberal sol, STK aktivistlerinden oluşuyor. Elbette göçmen proleterler Türkiye proleterleri arasında en zor koşullarda yaşayan kesimlerden birini oluşturuyor; milliyetçiliğin baskısı altında yaşıyor ve sınır-dışı edilme tehdidini sürekli arkalarında hissediyorlar. Ne var ki, özellikle akademik-aktivist çevre açısından göçmenlerin bir tür 'yardıma muhtaç zavallı mazlumlar' gibi sunulmasının tek sebebi yaşadıkları zorluklar değil. Bu eğilim, göçmen proleterleri salt bir deklase mağdur bireyler toplamı, sınıf dışı, özel bir kategori gibi sunarak; ancak devlet içerisinde, basında ya da hukuksal alanda 'teknik uzmanlar' tarafından çıkarları savunulabilecek ya da temsil edilebilecek çaresiz bireylere indirgenmiş oluyor. Göçmenleri işçi sınıfının genelinden, sınıflarıyla birleştiklerinde ortaya çıkabilecek tarihsel potansiyellerinden koparan bu yaklaşım, temelde sınıf birliğini ve birlikte mücadele perspektifini baltalıyor. Daha kötüsü, ulus-devleti sınıf mücadelesinin mutlak sınırı olarak, yurttaşlığı mücadelenin ana zemini olarak, devlet otoritesini de kaçınılmaz bir tür hakem olarak kabul ediyor.

Benzer bir yaklaşımı burjuva solunun milli-ulusal kesiminde de görüyoruz. Milli solcular da, göçmenleri temel olarak 'gayrimilli' bir 'yabancı unsur' olarak görüyor. Onları liberal soldan ayıran ise göçmen proleterleri birer 'mağdurlar kalabalığı' gibi değil potansiyel suçlular, lümpenler olarak yaftalamaları. Türkiye solunun çoğu şu ya da bu biçimde, açık ya da örtük, utangaç veya yüzsüz biçimleriyle bu milli devlet solculuğu kategorisine giriyor. Bunun sağlam bir örneği olarak, cinsiyet özgürlüğünü ve kadın mücadelesini kendisine kalkan yapan kimi utangaç faşist çevrelerin, Afgan göçmenlere atfettikleri potansiyel 'tecavüzcülük' imaları, 'kadın hakları için tehdit oluşturdukları' cinsinden ırkçı safsatalara sığınmaları verilebilir. Bunlara göre, salt göçmenlerin insan olduğunu söyleyen hümanist liberaller bile fazlasıyla 'vatansız' ve hatta 'hain' sayılıyor. En ılımlıları, göçmen sorununu onu yaratan 'emperyalistler' ya da 'ABD' veya 'AB' çözsün diyor. Dolayısıyla proletaryanın tarihsel ve devrimci bir rolünü, proleter sınıf dayanışmasının zorunluluğunu inkar ediyorlar. Üstelik bu devlet solcuları, Afganistan'da Sovyet işgalinin başladığı dönemden itibaren Türkiye'nin ideolojik ve politik olarak ABD'yi desteklediğini, bugün Afganistan'da askeri üssünün bulunduğunu ya da Türkiye militarizminin Suriye'de işgalci bir güç olduğunu da görmezden geliyor ya da geçiştiriyor. Yani göçmen sorununda bizzat kendi ülkelerinin militarizminin aktif rolünü, kendi işçi sınıfını sömüren bu ölümcül aygıtı es geçip; kendi devletlerinin yarattığı kaostan kaçan yoksul göçmen halkı suçluyorlar. Dahası, CHP liderleri ve Kemal Kılıçdaroğlu gibiler göçmenlere karşı açıkça ırkçı tavır alırken, kaderini CHP ile kurulabilecek potansiyel bir ittifaka bağlamış Sol Parti, TİP vb. burjuva sol partiler ise bu ırkçılığa karşı ya sessiz kalıyor ya da ona mazeret üretmeye çalışıyor.

STK solundan farklı olarak komünistler, bu milli solun ırkçılığını temel olarak insan düşmanı olduğu için eleştirmiyor. CHP ve burjuva solu basitçe 'cahil' ya da insan düşmanı nihilistler oldukları için ırkçılık yapmıyorlar. Burjuva solu ve CHP liderliği bilinçli, kasıtlı ve sistematik bir ırkçı provokasyon içerisindeler. Bu ırkçı provokasyonu yaparken CHP'nin ve burjuva solunun en yüzeydeki hesabı, AKP'nin yerine iktidara gelebilmek üzere İYİP gibi diğer sağ partilerle ittifaklarını konsolide etmek, toplumun en gerici küçük burjuva kesimlerini AKP'den koparabilmek ve kendi yanlarına çekebilmek

olabilir. Fakat, daha derinde yatan sebep burjuva solun ve CHP'nin işçi düşmanı olmaları, proletaryayı tarihsel ve evrensel bir özne olarak kabul etmemeleridir. Tıpkı liberaller gibi bu milli sol da, işçilere baktığında salt bir 'garibanlar' güruhu görür, devrimci bir sınıf değil. Ama yine de, işçileri sermayenin çıkarları doğrultusunda idare edebilmek için onları faşist ve ırkçı provokasyonlar yoluyla bölmeye çalışır. Oysa Türkiye proletaryası da, dünya proletaryasının diğer kesimleri kadar göçle oluşmuştur. Kapitalist ulus devlet Türkiye'de emperyalist savaşın kanlı mirası üzerinde kuruldu. Milyonlarca gayrimüslim Ermeni ve Rum azınlık sürüldü ve katledildi. Onların yağmalanan malları ulusal sermayenin oluşumu ve Türkiye militarizmi için kaynak işlevi gördü. Türkiye'ye kaçan Balkan ve Kafkas Müslüman azınlıkları ise buradaki ilk proleter göçmen unsurları oluşturdular. Dalgalar halinde kırdan göçen yoksul köylüler proleter nüfusu daha da büyüttüler. Bu dalgaya en son katılanlar ise 1980'lerde başlayan kanlı iç savaş sonucunda ülkenin özellikle batısında en pis işleri yapmaya itilen Kürt proleterler oldular.

Bütün bu süreçler, Türkiye proletaryasının oluşumunun kapitalizmin emperyalist çöküş döneminin etkilerinden ayrı düşünülemeyeceğini gösteriyor. Dolayısıyla proleterleşme, proleterliği yaratan koşullara ve toplumsal ilişkilere karşı mücadeleden ayrı düşünülemez. Çünkü günümüzde kapitalizm varlığını ancak yıkım, savaş-militarizm ve kaosa yol açarak sürdürebilmekte ve Türkiye kapitalizmi de buna bir istisna değil.

Bu duruma bakıldığında burjuva solunun 'göçmenler ücretleri düşürüyor' yalanının iki yüzlülüğü ve tarihsel gerçeği gizleme teşebbüsü çok açık. Tersine, ücretleri düşüren ve hayatı milyonlarca proleter için katlanılmaz kılan, kâr için üretime dayalı bu toplumsal düzen ve onun krizidir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ücretleri düşüren bizzat sermayenin ücretli emek üzerinden büyümesidir. Kapitalizm karlılık ve pazar krizi onu sürekli olarak işçileri yeniden üretim maliyeti altında ücretlere çalışmaya zorluyor ve bunun yegane yolu da devlet aygıtını kullanarak işçileri bastırmak. Ama sadece baskı ancak belli bir noktaya kadar işe yarayabilir. Bu noktada da, işçilerin birbirine karşı güvenini kırmak, onları ulusal ve sekter ayrımlarla birbirlerine düşürmek üzere sağıyla soluyla burjuva politik akımları kapitalizmin imdadına yetişiyor.

Oysaki göçmen proleterler 'yerlilerle' birleştiklerinde, sınıf kimliği ve sınıf dayanışması yoluyla sermayeyi geriletebildiklerinin sayısız örneğini gösterebiliriz.

Bunun en yakın örneği 2017'deki gerçekleşen saya işçilerinin grev dalgasıdır. Türkiye proletaryasının en düşük ücretlere, en güvencesiz ve en kötü koşullardan çalışan kesimlerinden birisi saya işçileridir. Emek yoğun sömürüye dayalı, düşük makineleşme oranıyla bu sektör aynı zamanda önemli bir ihraç sektörüdür. Ama saya işçileri bu sektördeki sömürüye karşı sessiz kalmamış, son 10 yılda sermayeye karşı Türkiye çapında 2 büyük sektörel grev dalgası gerçekleştirmiştir. Bunlardan ilki 2012'de, ikincisi ise 2017'de oldu. Bu son grev dalgasında Türkiye'nin çeşitli yerlerindeki Türk, Kürt ve göçmen Arap işçiler çok yüksek bir bilinç ve dayanışma düzeyi gösterdiler. Çoğunluğu sendikasız olan bu işçiler (sendikasız olmalarının önemli bir sebebi sendikaların işçilere güven vermemesidir, ama buna ek, sendikaların da güvencesiz işçileri umursamaması ve örgütlemek için çaba harcamaması var), çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve ücretlerin yükseltilmesi hedefiyle radikal bir mücadeleye giriştiler. Bağımsız ve kendi inisiyatifleriyle genel asambleler kurdular, yürüyüşler ve yasadışı, cesur grevler örgütlediler. Kimi zaman ustalarını da yanlarında sürüklediler.

İşte bu saya işçileri (burjuva solunun vazettiği gibi) Arap işçileri mücadelenin dışına itmek bir yana, ancak onlarla birlikte mücadele ederlerse zafer kazanabileceklerine dair çok berrak bir bilince sahiptiler. Örneğin bir saya işçisi grev sırasında yapılan bir söyleşide şöyle diyordu:


Yaptıkları toplantı sonrası bir komite belirleyen saya işçileri ortak talepler etrafında birleştiklerini açıkladı... Bir başka Saya İşçisi A. ise büyük ustaların kendi iş yerlerinde akrabalarını sigortalı gösterip devletten teşvik aldığını, kendilerine ise üç kuruşa saya diktirdiklerini belirtti. Yaptıkları işin karşılığını alamadıklarını ifade eden A., ev geçimini sağlamak için uzun süre çalışmak zorunda olduklarını dile getirdi. Diktikleri sayaların bir standardının olmadığını dile getiren A., “Fiyat kırmak için her türlü yola başvuruluyor. Yeni atölye açana, Suriyeliye daha ucuza iş yaptırılıyor. Saya işçilerini bu şekilde birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Taleplerimizi kalıcı hale getirmek için birlikte hareket etmeliyiz” diye konuştu.[1]

Görüldüğü gibi burjuva solunun 'yabancı işçiler ücretleri düşürüyor' yalanının tersi doğru ve işçiler de bunu görüyor: işçilerin yabancı yerli diye bölünmesi işçilerin ücretlerini düşüren esas etmendir. Kimi sanayi dallarının batı ülkelerinden ücretlerin daha düşük olduğu Asya ve hatta Afrika'ya taşınması bunun somut kanıtıdır. Sermaye her zaman daha fazla karlı olabileceği yere gider. Eğer ucuz emeği Türkiye'de değil başka yerde bulacaksa oraya da gidecek, üretimi başka ülkelere kaydıracaktır. Dolayısıyla işçiler arası rekabet bugün artık emek gücünün bulunduğu konumdan giderek bağımsızlaşmıştır. Kapitalizmin mevcut tarihsel aşamasında göçmen ve yerli, dünyanın bütün işçileri kapitalizmi karşı enternasyonal bir mücadele ruhunu ve pratiğini hızla geliştirmek zorunda. Afganistan'da onlarca yıldır milyonlarca proleter için hayatı yaşanmaz kılan, onları göçmene dönüştüren emperyalizm ve emperyalist rekabet, tam da Türkiye işçi sınıfının ücretlerini bastıran ağır militarist baskıcı rejimin sebebidir. İkisine karşı da proletaryanın çıkarları ortaktır ve ancak birleşik, dünya çapında bir proleter mücadele ölüm makinasına dönüşmüş kapitalizmi yıkabilir.

Bugün Türkiye'deki Afgan proletaryası, Türkiye proletaryasının en alt kesimini oluşturuyor. Türkiye’ye iltica eden Afganların yarattığı akıldışı infial, insanlık için asıl parazit olan burjuvazinin rolünü görünmez kılmak için adeta yarışan dalkavukluğun tüm hünerlerini sergilediği bir nefret bulutu haline geldi. Halbuki:

1- Afganlar diğer göçmenlere kıyasla çok daha ağırlıkla 'vasıfsız' işlerdeler, bunların arasında çoklukla çobanlık, hizmet (örn. turizm) veya tekstil ya da inşaat gibi alanlarda çalışıyorlar.

2- Ekserisi, belirsiz geri gönderme dalgaları dolayısıyla çok ciddi bir korku altında yaşıyorlar. Sosyal hayattan kaçıyorlar, iş dışında topluma karışmıyorlar. Bunun yanında ikamet ettikleri yerlerde polisin keyfi baskısına da maruzlar.

3- Patronlar haricinde, 90’lı yıllarda Türkiye’ye göç etmiş, 'Türki' kabilelerden ve devletle iyi ilişkisi olan Afganlar tarafından sömürülüyorlar. Rusya'nın Afganistan'ı işgal etmesinden sonra, anti-komünist ve Turancı propagandanın bir aracı olarak Türkiye'ye gelmesi teşvik edilen ve yurttaşlık verilen az sayıda Afganistanlı Türkmen, Afganistan kökenli işçilerin uğradığı toplumsal yalıtılmışlığı bir sömürü unsuru olarak suiistimal edebiliyor. Örneğin, yurttaş olmadıkları için ev tutamayan göçmenlere ev tutup, onlardan aşırı yüksek maliyetle ücret topluyorlar.

4- İş yerlerinde patronlarca tesis edilen habis yapıda Kürt ve Afgan işçiler birbiriyle rekabete zorlanıyor. Örneğin inşaatlarda en pis işler Afganistanlı göçmenlere verilirken en düşük ücret de yine onlara verilebiliyor.[2]

Görüldüğü gibi, Afganistanlı işçilerin uğradığı sömürü, işçi sınıfı içerisinde hissettikleri yalıtılmışlık ve genel olarak Türkiye proletaryası arasındaki milliyetçi güvensizliklerin doğal sonucudur. Türkiye'deki proleterler egemen milliyetçi ideolojiye karşı savaşmadıkları sürece düşük ücretlere ve kötü çalışma koşullarına mahkumdur. İşte bu yüzden işçi sınıfının en ileri ve en kararlı kesimi olarak komünistler, farklı ülkelerin proleterlerinin kendi ülkelerindeki savaşımlarında, her türlü ulusallıktan bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarını vurgulamakla yükümlüdürler. Afganistan kökenli proletere enternasyonalist dayanışma elini uzatma görevi Türkiyeli proleterlerindir. Bu ilk adımı Türkiye'deki deki 'yerli' proletarya atmazsa, sadece sınıf kardeşini sırtını dönmüş olmayacak, milliyetçiliği, şovenizmi beslemiş ve dolayısıyla kendi mezarını kazmış olacaktır.


Ca, Ka & Il



1 - https://www.evrensel.net/haber/331581/adanada-saya-iscileri-haklari-icin-ayakta 2 - Buna dair Göç Araştırmaları Derneği'nin detaylı bir raporunu şu linkten bulmak mümkün: https://www.gocarastirmalaridernegi.org/tr/calismalar/arastirmalar/istanbul -un-hayaletleri-guvencesizligin-kiyisinda- afganlar/192-istanbul-un-hayaletleri-guvencesizligin-kiyisinda-afganlar-raporu-yayinlandi

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page