AKINTIYA KARŞI’NIN NOTU:
Bugün kapitalizm ve ‘doğal’ afetler arasındaki ilişkiyi neredeyse kimse inkar etmeyecektir. Ama bu ilişkinin Marxist bir çözümlemesi yerine bize sermaye partilerinin sunduğu şey yine de afetlerin kapitalizm altında nasıl çözülebileceği oluyor. Depremler, seller, yangınlar, kuraklık, anormal hava olayları, doğal çevrenin vahşi yıkımı ve en önemlisi küresel iklim krizi karşısında sermayenin sağında ve solunda hep aynı işe yaramaz “çözüm” önerilerini duyuyoruz: daha fazla devlet müdahalesi, devlet yatırımı, daha sıkı devlet kontrolü, açgözlü müteahhitleri devletin cezalandırması ve “mağdurlara” sadaka ve devlet “yardımı”, kısacası daha çok kapitalist devlet... Son 100 yıldır dünyanın her yerinde güçlenen kapitalist devlet sanki acizmiş, kolu kanadı kırıkmış gibi... Sermayenin sağı ve solu çözümü hep aynı yerde, devletin müdahalesinde ve devletler arası işbirliğinde gösteriyor. Ruh hastası komplo teoricisi sağı bir kenara bırakırsak, en yeşilinden liberaline, muhafazakarından sosyal demokratına, Stalinistinden Troçkistine bütün bir sermaye politikacıları ve teknokrat korosu aynı çelişkili çözümsüzlüğü önerip duruyor. İşte Bordiga’nın çevirisini paylaştığımız bu yazısı bu açmazlar ve çelişkiler yumağını aşmaya yönelik tartışmaya doğrudan bir katkı sunuyor.
Esasında Bordiga’nın önerdiği çözümlemenin muazzam bir keşif olmadığını söylememiz gerek. Bordiga çözüm olarak da bir büyülü formül önermiyor. Onun yaptığı sadece “Marxizmi yenilediğini” iddia eden ve her 10 yılda bir ona yeni bir sıfat ekleyen (felaket marxizmi, queer marxizm, feminist marxizm, ekolojik Marxizm, kesişimsel Marxizm, post-kolonyal Marxizm, şimdi eskimiş de olsa yapısalcı ve post-yapısalcı marxizmler vs vs sonsuza kadar giden bıktırıcı bir liste) eklektik modernistlere karşı, felaketleri incelerken tutarlı bir Marxist analiz geliştirmesi. Bu eklektik Marxizm “influencerlarına” hepimiz aşinayız. Türkiye’de bunun en son örneklerinden biri oradan buradan aldığı alakasız kavramları bağlamlarından kopararak eklektik ve tutarsız biçimde yamalı bohça gibi birbirine karıştırıp görgüsüz bir taşra küçük burjuvasının cahilliyle sunan Foti Benlisoy. Anarşistler, sol komünistler ve çeşitli modernist akımlardan aldığı kavramları kendi sosyal demokrat-troçkist eklektizmi içerisinde bir bulamaca dönüştürdüğü “felaket komünizmi” üzerine saçmalamalarının akademik ve aktivist sol içerisinde alıcısı elbette her dönem olabilir.
Bu tip “yeni modalar” arayışındakilere karşı Marxizmin yeni teorik sorunlarla asla karşılaşmayacağını ve bunlara yeni teorik çözümler arayışından vaz geçmesi gerektiğini söylemiyoruz. Tersine, Marxizmi burjuva ideolojilerinden ayıran şey varsayımlarını sürekli sorgulamaktan geri durmamasıdır. Bu beylik bir laf değil. Azınlık sınıfların çelişkili ve eklektik düşünüşlerini yansıtan ideolojiler netlik ve tutarlılığı hedeflemez. Buna karşılık Marxizm proleter kitlelerinin teorisidir ve ancak mücadele içerisindeki kitlelerin canlı politik tartışmalarında veya bu kitlesel mücadelelerin zaafa düştüğü anlarda, akıntıya karşı direnen komünist azınlıkların içerisinde, insanlığın sorunlarının açıklaşmasına ve proleter geleceğin berraklaşmasına katkı sunduğu ölçüde anlamlı olan, yaşayan bir mücadele teorisidir. Bu yüzden kendi varsayımları, kendi öncülleri ile güncel tarihsel sorunlar arasında tutarlı, doğrudan ve net bir bağ kurması Marxist teorinin yaşaması için bir zorunluluktur.
Kapitalizm ve afetler arasındaki ilişkide Marxizm bu yüzden çileci bir ahlakçılığa, (Bordiga’nın ifadesiyle) “mistik bir kaderciliğe”, nihilist bir “yıkım fetişizmine” ya da naif bir vicdan sömürüsü ile karışık ekolojik-hayırseverliğe sığınamaz. Kapitalist ekolojik yıkım karşısında Marxizmin çözümü nedir? Bordiga bu yazıda, bilimi dinsel mistisizmden arındırarak kendi hizmetine almış ilk üretim biçimi olan kapitalizmin, nasıl olup da insanlığı ekolojik bir yıkıma ittiğini değer yasası ve toplumsal ihtiyaçlar arasındaki çelişki üzerinden incelemektedir. Kapitalizm, Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu gibi, karını geliştirmek için sabit sermaye formunda birikmiş ölü emek oranını minimuma indirmek ve buna paralel olarak sömürülen ücretli iş formunda sömürülen canlı emek oranını artırarak karlılığını artırabilir. Dolayısıyla ister önceden inşa edilmiş makineler, altyapı yatırımları hatta bütün bütün şehirler, ister doğal kaynaklar olsun, ekolojik ve sosyal çevrenin yıkımı kapitalizm açısından önemsiz ve hatta karlıdır. Tıpkı 2. Dünya Savaşının sebep olduğu eşi görülmemiş vahşi yıkımın ardından kapitalizmin son 100 yıldaki en ihtişamlı dönemini yaşaması gibi, afetler, savaşlar ve genel olarak birikmiş “ölü emeğin” yıkımı, bir tür küresel yamyamlık rejimi olan kapitalizme can verir. “Canlı emeği sömürmek için sermaye, hâlâ yararlı olan ölü emeği yok etmelidir. Ilık, genç kan emmeyi sevdiğinden, ölülerin canını bir kere daha alır.”
Bu yüzden solcuların her afetten sonra yineledikleri nakaratta olduğu gibi, “devlet müdahelesi” afetlerin kapitalizm altında yıkıcılığını azaltmaz. Tersine, devlet müdahalesinin tek amacı, sermayenin sabit sermaye yatırımı ihtiyacını azaltmak, böylece kapitalistlerin değişken sermayeyi, yani canlı emeği daha karlı sömürmesini mümkün kılmak üzere, gerekli sabit sermaye yatırımlarını üstlenmekten ibarettir. Dolayısıyla kapitalizm denen süreklileşmiş felaketin altında yaşarken afetlere karşı proletarya ve ekolojik çevre savunmasızdır. İşte örneğin, ABD’de çeşitli “demokratik sosyalistlerin” (yani eski sosyal demokratların), Biden rejimine yalvar yakar hediye ettiği “Yeşil Yeni Düzen” (yani eski yeni düzenin yeşil cilalılısı) programı, bugün şimdiden yaldızları dökülmüş yıkık dökük bir programdır ve tek işlevinin “yeşil” sermayeye teşvikler ve vergi indirimleri verilmesinden ibaret olduğu ortaya çıkmıştır.
Sonuçta, şimdi iklim krizi biçimini alarak küreselleşmiş olan, derinleşen ve sıklaşan kapitalist felaket döngülerinden kurtulmanın tek bir yolu var: kitlesel proleter eylemleri ve dünya devrimi yoluyla kapitalizmin yıkılıp komünizmin kurulması. Bu çözüm elbette akademik “marxistlere”, özgünlük ve “yeni modalar” arayışındaki her türden moderniste, otantik ve eklektik, obskürantist ve reformist entelektüellere ya da aktivistlere, hipster Stalinistlere vs kısacası bütün bir politik ucube sirkine son derece sıkıcı gelecektir. Ama niyetimiz sermayenin solunun bu şarlatanlarıyla aramıza keskin bir çizgi çekmek olduğu için bu durumu olumlu buluyoruz.
Daha fazla detaya inmeden, Bordiga’nın perspektifini başka yazılarda geliştirdiğini ve sol komünizm içerisinde Bordiga’nın çeşitli eleştirilerinin de geliştirildiğini belirtelim. Örneğin yakın zamanında Enternasyonalist Komünist Akım’ın yayınladığı şu detaylı yazıya, ya da Bordiga’nın kapitalizm ve afetler üzerine yazılarının bir seçkisini içeren şu yayına bakılabilir. Yani bu kısa ve mütevazi yazının konuya dair son nokta olduğunu kesinlikle iddia etmiyoruz. Bu 70 küsür yıllık yazıyı çevirip sunarken amacımız sadece proleter politik çevrede ekolojik yıkım ve kapitalizm ilişkisine dair tartışmayı derinleştirecek, tartışmayı Marxist zeminde netleştirecek bir katkı sunmaktır.
AMADEO BORDİGA - ÖLÜLERİN KATLİ
İlk olarak 1951’de PCInt’in yayın organı Battaglia Comunista’da yayınlanmıştır.
İtalya'da, “ülkeyi vuran felaketler” konusunda uzun yıllara dayanan deneyime, ve aynı zamanda onları “sahneleme” konusunda da belirli bir uzmanlığa sahibiz. Depremler, volkanik patlamalar, seller, fırtınalar, salgın hastalıklar ... Etkileri tartışmasız bir şekilde özellikle yoksul insanların ve yoğun nüfusların yaşadığı bölgelerde hissediliyor ve çoğu zaman çok daha korkunç felaketler dünyanın her köşesini vuruyor olsa bile, benzeri afetler her zaman böylesi talihsiz sosyal koşullar, coğrafi ve jeolojik koşullarla çakışmıyor. Ancak her toplumun ve her ülkenin kendine özgü yöresel tatları var: tayfunlar, kuraklık, gelgitler, kıtlık, sıcak hava dalgaları ve donlar; bunların hiçbiri “Avrupa'nın bahçesinde” yaşayan bizlerce bilinmemektedir; ve birisi gazeteyi her açtığında, kaçınılmaz olarak Filipinler'den And Dağları'na, Kutup Buz Örtüsü’nden Afrika Çölü’ne bu felaketlerden en az birine rastlar.
Yüzlerce kez söylendiği gibi, [İtalya'daki] kapitalizmimiz "niceliksel" olarak küçük bir yavrudur, ancak bugün, bir afet ekonomisinin ustaca geliştirerek, Rönesans ihtişamına dayanan kökleriyle, burjuva medeniyetinin “niteliksel” anlamda öncüsü i konumuna gelmiştir.
Musonlar Hint Okyanusu kıyısındaki şehirleri bütün bütün yıksa, veya denizaltı depremlerinin neden olduğu tsunami dalgaları bu şehirleri batırsa kimse tek damla gözyaşı dökmez, ancak Po deltasıii için dünyanın dört bucağından sadaka toplamayı becerdiler!
Vakti zamanında krallarımız, halkın dans ettiği (Pordenone) değil, koleradan öldüğü (Napoli) yerlere ya da 1908’deki depremin yerle bir ettiği Reggio ve Messina kalıntılarına hücum ederken muzafferdi. Şimdi bacaksız Başkanımızı iii Sardinya'ya götürdüler ve eğer Stalinistlerin sözleri yalan değilse kendisine icraatte bulunan "Potemkin işçileri"iv ekiplerini gösterip, Aida’daki savaşçılar gibi sahnenin diğer tarafına koşturdular. Evsizleri Po’nun taşkın sularından çekip çıkarmak için çok geçti, ancak onların feryatlarını dünyaya naklen yayınlamak için mikrofon ve kamera kurduktan sonra milletvekilleri ve bakanların, lastik çizmelerini giyip sağa sola kürek çekmeleri pekâlâ iyi bir tezgahtı.
Burada kimi aklı evveller hemen parlak bir fikirle öne atılıyor: 'Devlet müdahale etsin!' Ve doksan yıldır da uygulanıyor bu. Sözde evsiz olan İtalyan, Tanrı'nın lütfu ve takdir-i ilahinin yerine devlet yardımını koydu artık. Ulusal bütçenin Rabbimizin şefkatinden çok daha geniş sınırlara sahip olduğundan da pek emin. İyi bir İtalyan hâlinden memnun, kendisinden zorla istenen on bin lireti bayılıyor ki, aylar aylar sonra “hükümetten gelen bin lireti çarçur etsin”. Ve şimdi modaya uygun olarak “acil durum” olarak adlandırılan ana esasında her mevsim gerçekleşen bu periyodik afetlerden birinde, merkezi yönetim hiç şaşmayan yardım ve fonları azıcık dâhi yürürlüğe koyduğu zaman, en az bir o kadar profesyonel bir "afet mağduriyeti" yatırımcıları grubu kollarını sıvayıp imtiyaz koparma işine ve sözleşme cümbüşlerine girişecek.
Bu afetlerin hemen ardından, dönemin Maliye Bakanı artık her kimse (bugün Vanoni) çıkıyor ve tüm diğer devlet işlevlerinin askıya aldığını, hiçbir tür "Özel İcraat" için hazineden tek bir zırnık dahi alınmayacağını, böylece tüm kaynakların mevcut afetle mücadelede kullanılacağını beyan ediyor.
Devletin işe yaramazlığının bundan iyi kanıtı olamaz. Tanrı'nın eli diye bir şey gerçekten olsaydı depremler yapıp bu şarlatan beceriksiz devleti iflas ettirerek bütün evsizlere muhteşem bir hediye sunardı.
Küçük ve orta burjuvazinin aptallığı, korkudan titrediği bir anda devletin kendisine bol keseden sübvansiyon ve tazminat dağıtacağı ümidiyle içi ısındığı zaman apacık hale geliyor. Ancak felâketlerde işçilerin de herşeylerini (elbette zincirleri hariç herşeylerini!) kaybettiğini haykıran işçi sınıfının o 'korkusuz liderlerinin' tepkileri de bir o kadar manasız.
Proletarya sanki 'normal' kapitalist sömürüyle refaha eriyormuş da felaketler bunu sekteye uğratıyormuş sanan bu sözde 'Marxist' şeflerin devlet müdahalesinden bile daha ahmakça bir sloganı var. Bu bildik slogan, “bedelini zenginler ödesin!” şeklinde özetlenebilir.
Dolayısıyla, bu solcular Vanoni’ye yüksek gelirlileri belirleyemediği ve vergilendiremediği için sayıp sövüyor.v
Ancak Marksizmin kırıntısı dahi, yüksek gelirlerin 'yüksek' ölçekli yıkımların meydana geldiği yerlerde yeşerdiğini ve büyük sermayenin böyle büyük yıkımlar üzerinde büyüdüğünü göstermeye yetecektir. 1919'da da bu sahte çobanlar “Burjuvazi savaşın bedelini ödemek zorundadır!” diye haykırmıştı, sanki esas görev proletaryayı burjuvaziyi devirmeye çağırmak değilmiş gibi. İtalyan burjuvazisi hâlâ yerinde durmaktadır ve gelirini, yatırdığının dört mislini geri alacak şekilde savaşlar ve diğer felaketler için iştahla harcamaktır.
Dün
Afet evleri, tarlaları ve fabrikaları tahrip ettiğinde, faal nüfusu işten alıkoyarak şüphesiz ki birikmiş refahı-servet yok eder. Ancak bu durum, başka bir yerden refah nakli yapılmasıyla düzeltilemez; Bu tıpkı tamir, toplama ve taşıma bedellerinin yıpranmış kıyafetlerin ederinden fazlasına geldiği sefil ikinci el eşya pazarına benzer.
[Afetlerde] kaybolmuş olan zenginlik geçmiş, eski emeğin birikimiydi. Bu tip bir afetin etkilerini ortadan kaldırmak için, devasa bir faal, canlı emek gerekir. Yani, soyut olmayan, somut ve toplumsal bir servet tanımı kullanırsak, serveti, yönetici sınıfı teşkil eden belirli bireylerin canlı günümüz emeğini eksiltme, bu refahtan pay kapma hakkı olarak görebiliriz. Emeğin yeniden seferber edilmesiyle yeni gelirler ve yeni imtiyazlı bir servet meydana getirilir. Fakat kapitalist ekonomi, başka yerlerde birikmiş servetin Sardinya veya Venedik’in refahındaki boşluğu yamamak için kullanılmasına olanak vermez, ya da benzer şekilde, Tiber’in yataklarından toprak alınıp Po’nun yuttuklarının yerine konamaz.
Bu nedenle, yıkılanları yeniden inşa etmek için yıkılmamış tarlaların, evlerin ve fabrikaların sahiplerini vergilendirmek aptalca bir fikirdir.
Kapitalizmin merkezindeki şey, bu tür yatırımların mülkiyeti değil, insan emeğinin yarattıklarının sonsuz döngüler içinde çekilmesi ve kar edilmesine dayanan, söz konusu bu emeğin istihdamının kar amacıyla eksiltilmesine olanak sağlayan bir ekonomi biçimidir.
Bundan ötürüdür ki, savaş zamanındaki konut krizini aşmak üzere hasara uğramamış evlerin sahiplerinin kira gelirlerini dondurarak çözme fikri, bombalamaların ürettiğinden çok daha beter durumda konut koşulları üretmiştir. Ancak demagoglar, 'işçi kitlelerinin erişebileceği' kira bedelleri gibi vasat argümanlarıyla kiraların sabitlenmesini hala savunuyorlar.
Marksist ekonomik analizin temeli ölü ve canlı emek arasındaki ayrımdır. Biz Kapitalizmi geçmişin, kristalize olmuş emek yığınlarının mülkiyeti olarak değil; canlı ve faal emekten nemalanma hakkı olarak tanımlarız. Bu yüzden de mevcut ekonomi bizi, ne gelecek emeğin performansı için daha iyi temeller inşasına ne de bugünkü emeği asgari düzeyde harcayarak geçmişten aktarılan emeğin bize bıraktıklarının rasyonelce korunacağı çözümlere götürebilir. Burjuva ekonomisinin ilgilendiği şey çağdaş çalışma ritminin taşkınca artırılmasıdır ve bu uğurda hâlen kullanışlı olan geçmiş emek yığınlarının yıkımını umursamadığı gibi, gelecek kuşakları da cehenneme gönderir.
Marx, mübadele değerinden ziyade kullanım değerine dayalı olan antik [kapitalizm öncesi] ekonomilerin, artık-emeği şimdi olduğu gibi gasp etmek zorunda olmadıklarını açıkladıktan sonra, bunun tek istisnasının işçilerin Diodorus Siculus’ta olduğu gibi ölene dek çalışmaya zorlandığı altın ve gümüş madenleri (bu açıdan kapitalizmin paradan doğması sebepsiz değildir) olduğunu ekler.
Artık-emeğe duyulan açlık (Kapital Cilt I, Bölüm 8, Kısım 2: "Artık Emeğe Duyulan Aşırı Açlık"), yalnızca yaşayanlardan, onların hayatlarını kısaltacak denli çok emek-gücünün sömürülmesine yol açmakla kalmaz, aynı zamanda halen yararlı olan üretim araçlarını canlı emekle değiştirmek için ölü emeği de yok eder. Kapitalizm Maramaldo vi misali, yaşayanlara zulmetmenin yanında ölülerin de katilidir:
“... Buna karşın, üretimleri henüz köle emeği, angarya vb. geri biçimler altında gerçekleşen halklar, kapitalist üretim biçiminin egemenliği altında bulunan ve ürünlerinin yabancı ülkelere satışını en başta gelen çıkarları haline getiren dünya piyasasının anaforuna kapılır kapılmaz, köleliğin, serfliğin vb. barbarca dehşetine, fazla çalışmanın uygar dehşeti de eklenir."vii
Alıntılanan paragrafın orijinal başlığı “Der Heisshunger nach Mehrarbeit”tır, yani; “Artık emeğe karşı yamyamca (ya da) doymak bilmez açlık”.
Doktrinimizin ortaya konduğu gibi, kapitalizmin gençlik çağında artık-emeğe yönelik açlığı, kapitalizmin zıvanadan çıkmış biçimde büyümüş olduğu modern evresinin analizini zaten bütünüyle içermekte: felakete ve yıkıma yönelik yamyamca açlık.
Bizim keşfettiğimiz bir şey olmasa da (“kâşiflerin” viii de canı cehenneme, hele daha solfejde bile detone olurken kendilerini yaratıcı sanmazlar mı!), ölü ve canlı emek arasındaki ayrım, sabit ve değişken sermaye arasındaki temel ayrımda yatar. Emek ile üretilen, ancak hemen tüketilmeye yönelik olmayıp daha ileri bir emek sürecinde kullanılacak (bugün bunlara üretim malları deniyor) tüm nesneler sabit sermayeyi oluşturur.
“Bundan dolayı ürünler, yeni bir emek sürecine üretim aracı olarak girdiklerinde, ürün olma niteliklerini yitirir; sadece canlı emeğin maddeleşmiş unsurları olarak iş görürler.” ix
Bu, zamanla gittikçe yıpranan ana ve yardımcı hammaddeler, makineler ve diğer tüm ekipman türleri için geçerlidir. Telafi edilmesi gereken aşınma kaynaklı bu kayıp, kapitalistin, günümüz ekonomisince aşınma payı diye adlandırılan, her zaman sabit sermayeye dahil bir başka meblağ yatırmasını gerektirir. Çabucak değersizleşmek, bu mezar kazıcı ekonominin en üstün idealidir.
Münasipçe hatırlatalım; “bedeni şeytanın ele geçirmesi” x tabiri Marx için, sermayenin canlı emeği ölü emeğe katan şeytansı bir işlev sahibi olması yoluyla geçerlilik kazanmıştır. Po nehrinin bentlerinin ölümsüz olmaması ve “canlı emeğin de onlara katılabilmesi” ne büyük mutluluk! Projeler ve şartnameler birkaç güne hazır olur. Aferin size, şeytan artık derinizin altında!
"Efendim, firmamızın projelendirme bürosu teknik ve ekonomik çalışmaları önceden hazırlamak için vazifesini yaptı: Burada hepsi tastamam hazır." Fiyat analizi de Monselice’den çıkan taşların Carrara mermerinden daha değerli olduğunu gösteriyor! xi
“Demek oluyor ki, değeri korurken aynı zamanda değerin artırması, faaliyet halindeki emek gücünün, canlı emeğin bir özelliğidir, doğanın bir armağanıdır; öyle bir özellik ki, işçiye hiçbir şeye mal olmazken kapitaliste çok şey kazandırır çünkü mevcut sermayenin değerini korumasını sağlar." xii
Canlı emeğin işleyişi sayesinde daima basitçe “korunan” bu değere Marx, sermayenin sabit kısmı veya sabit sermaye der. Ama: “... sermayenin emek-gücüne çevrilen (yatırılan) kısmı (ücretler) üretim sürecinde değerini değiştirir. (...) bir fazlalık, yani artık değer üretir... ” xiii
Bu nedenle ona değişken kısım veya basitçe değişken sermaye diyoruz.
Anahtar işte buradadır. Burjuva ekonomisi kârı, hareketsiz duran ve kıpırdamayan, değişmeyen sermaye ile ilişkili olarak hesaplar: Hakikaten de, işçinin emeği onu “muhafaza” etmese, bu kısmı şeytan alırdı. Marksist ekonomi, tam tersine, kârı yalnızca değişken sermayeye bağlar ve proleterin aktif emeğinin; a) sabit sermayeyi (ölü emek) nasıl koruduğunu; ve b) değişken sermayeyi (canlı emeği) nasıl artırdığını gösterir. Bu artışı, yani artık-değeri cebe indiren de girişimcidir.
Marx'ın açıkladığı gibi, sabit sermayeyi hesaba katmadan bu oranın belirlenmesi, onu sıfıra eşitlemek ile aynı şeydir: Değişken niceliklerin söz konusu olduğu matematiksel analizde pek alelade bir işlemdir bu.
Sabit sermaye sıfıra indirgendiğinde bile, kapitalist kâr kulesi ayakta kalır. Bunun, sabit sermayeyi muhafaza yükünün kapitalistin omuzlarından alınmasıyla, işletmenin kârının devam ettirileceğini söylemekten farkı yoktur.
Bu hipotez, mevcut devlet kapitalizminde ete kemiğe bürünür.
Sermayenin devlete devredilmesi, sabit sermayenin sıfıra eşit olduğu anlamına gelir. Girişimcilerle işçiler arasındaki ilişkide hiçbir şey değişmez, çünkü bu yalnızca değişken sermayenin büyüklüğüne ve artık-değere bağlıdır.
Devlet kapitalizminin analizi yeni bir şey midir? Böbürlenmeden bunu 1867'den hatta daha öncesinden beri savunduğumuzu ve şu basit formülde ifadesini bulduğunu söyleyelim:
C (sabit sermaye) = 0.
Bu kısa soğuk formülden sonra Marx'ın şu yakıcı sözlerini eklemeden de bırakmayalım: “Sermaye, vampir gibi ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emektir.” xiv
Sermayenin hep artan üretme ihtiyacının güdülediği tüketici ihtiyacı, onu ölü emeğin meyvelerini mümkün olan en kısa sürede ıskartaya çıkarmaya iter, çünkü ancak bu şekilde canlı emeği, yani “karını” emebildiği tek emek türünü, yeni ürünler üretmek üzere işe sürebilir; Bu yüzden savaştan memnun olan sermaye, afetlerin deneyimini için de pek hazırlıklıdır. Amerika'da otomobil üretimi muazzamdır, ancak ailelerin hepsinin veya neredeyse hepsinin arabası vardır, bu nedenle bu hızla giderse talep tükenebilir. O halde çözüm arabaların dayanıksız yapılmasıdır. Tam da böyle olsun diye, arabalar bir dizi dayanıksız parça kullanılarak kötü bir şekilde imal edilir. Varsın kullanıcıların boyunları kırılsın, dert değil: bir müşteri eksilir, ancak bozulanın yerine konacak başka bir araba hazırda bekler. Buna bir de moda sorununu ekleyelim: aptallaştırıcı yoğunluktaki reklam propagandalarını seferber ederek modayı kullanırlar ki herkes en son modeli istesin, tıpkı gayet sağlam olsa bile “geçen seneden kalma” bir giysilerini giymekten utananlar gibi. Aptallar elbette buna kanar, ve 1920'de üretilen bir Ford'un yepyeni bir 1951 modelden daha uzun ömürlü olmasını kimse umursamaz. Nihayetinde çöpe giden arabalar hurda için bile kullanılmaz ve araba mezarlıklarına atılır. Kim cüret eder ki şunu söylemeye: değersizmiş gibi fırlatıp attığınız bu şeyi, tamir edip tekrar kullanmamda ne zarar var? Kıçına tekmeyi yer ve tevkif edilir bunu diyen.
Canlı emeği sömürmek için sermaye, hâlâ yararlı olan ölü emeği yok etmelidir. Ilık, genç kan emmeyi sevdiğinden, ölülerin canını bir kere daha alır.
Yani Po ırmağı bentlerinin on kilometre boyunca bakımı, diyelim ki, yılda bir milyon değerinde insan emeği gerektirse de, bir milyar harcayarak hepsini yeniden inşa etmek kapitalizmin daha çok işine gelir. Aksi halde bin yıl beklemek zorunda kalacaktır. Bu, faşist hükümetin xv Po bentlerini sabote ettiği anlamına mı geliyor? Elbette hayır. Bu sadece kimsenin altı üstü bir milyonluk bir yıllık bütçe için diretmeyeceği anlamına geliyor. O para, uğruna milyarlar ayrılan “yeni inşaatlar” “büyük ölçekli” projelerin finansmanına akıtılır. Şimdi şeytan bentleri silip süpürdü ya, en ulvi ulusal çıkarı kollayan, proje ofisini seferber eden ve onları yeniden inşa ettiren birileri çıkacaktır.
Bu büyük ölçekli proje sevdası kimin kabahati? Faşistler ve "kırmızımsılar" xvi. Eğer soracak olursanız, her ikisi de üretimci ve tam istihdam uygulayan bir politika istiyorlar. Bugün üretimcilik (ki vaktiyle Mussolini'nin en sevdiği yaratıktı bu üretimcilik), büyük iş ve büyük spekülasyonların milyarlarca para kazandığı canlı emek döngülerinin “vaktinde” tesisinden ibarettir. Bunlar, Büyük sanayicilerin eski makinelerini yenileyelim ve nehir yataklarının çökmesine göz yumduktan sonra, halkın pahasına olsa da onları modernleştirelim derler. Devlet yatırımları ve sanayinin korunmasına yönelik politikaların uygulandığı son yıllarda, “sabit sermaye sıfıra eşittir” şiarına uygun olarak, “işsizlikle mücadele” adına uygulanan yatırım projelerine maliyetinin altında ham madde satılan şaheserlerle doludur. Özetle, bu projelerde bütün para yevmiyelere harcanır, zira işletmenin elinde kürekten başka ekipman olmadığından, devlet büyüğümüz toprağı şuradan oraya, sonra da tekrar buraya taşımanın yararına ikna olmuştur.
Devlet büyükleri eğer tereddüt ederse, işletme sendika örgütçüsünü öne sürer: omzunda küreklerle emekçiler bakanlığın pencereleri önünde bir eylem yapar ve her şey yoluna girer. “Ozan” gelir ve Marx'ı aşar: tek sabit sermaye olarak kürekler artık-değeri doğurmuştur.
Bugün
Kuşkusuz, Po nehri boyunca meydana gelen felaketin ölçeği çok büyük oldu, ve tahmini hasar miktarı gün be gün artıyor. İtalya'nın ekili alanlarının yüz bin hektar veya bin kilometrekaresinin yitirildiğini, bunun da toplamın üçyüzde bir ila binde üçüne tekabül ettiğini kabul edelim. İtalya'nın en yoğun yerleşim yeri sayılmayan bu bölgeyi yüz bin kişi, ya da yuvarlak rakamlarla nüfusun beşyüzde biri ilâ binde ikisi terk etmek zorunda kaldı.
Eğer burjuva ekonomisi akıl dışı olmasaydı, basit bir toplama işlemini de yapılabilirdi. Ulusal varlık ciddi bir darbe aldı. Ancak, bölge sadece kısmen tahrip oldu. Sel suları geri çekildiğinde, tarım toprağı büyük oranda yerinde kalacak ve alüvyon birikimi ile birlikte bitki örtüsünün çürümesi, topraktaki verim kaybını kısmen telafi edecektir. Hasar toplam sermayenin üçte biri ise, ulusal sermayenin binde birine mal olur. Lakin bunun ortalama geliri yüzde beş veya binde elli oranındadır. Bir yıl boyunca her İtalyan, tüketiminden yaklaşık ellide bir oranında tasarruf etse, hasar kurtarılır.
Yerli sermayenin ‘yüksek’ çapulcuları işletmelerinin ‘hisselerini’ çalışanlar arasında dağıttıklarını göstererek Vanoni'nin vergilerinde paçayı kurtarsa bile, gerçekte burjuva toplumu asla bir kooperatif gibi işlemez
İtalyan ve uluslararası ekonominin üretimcilik yanlısı tüm çabaları az çok Po deltasındaki felaket kadar yıkıcıdır: su bir delikten girer diğerinden çıkar.
Kapitalist temelde bu felaketlerin yarattığı sorunların üstesinden gelinemez. Eğer sorun Eisenhower’ın yüz askeri birliğine bir yıl içinde tedarik edilecek silahların üretilmesi olsaydı, bir çözüm elbette bulunurdu. xvii Bunların hepsi kısa döngülü operasyonlardır ve sipariş edilen 10.000 silahın teslim tarihi 1000 gün değil de 100 gün olsaydı da kapitalizm açısından sorun olmazdı. Çelik tekellerinin işi budur zaten!
Ancak bir hidrolojik ve sismolojik operasyon tekeli söz konusu değildir bu toplumda, en azından burjuva döneminin 'yüksek' bilimi hava bombardımanlarına yol açtığı gibi bir dizi sel ve deprem tetikleyecek bir yıkım teknolojisi üretene kadar.
Mevcut afette kapitalizm açısından sorun, “ölü” emeğin meyvelerinin yavaşça, yıkılmadan asırlarca, köylülerin hayatlarının ve asgari fedakarlıklarının tesiriyle nesilden nesile aktarımıdır.
Örneğin, Po deltasındaki suyun birkaç ay içinde geri çekileceğini ve Occhiobello'daki gediğin ilkbahardan önce kapatıldığını kabul edersek, bu durumda sadece bir yıllık hasat döngüsü kaybedilecektir: verimli hiçbir “yatırım” bunun yerini alamaz, ancak kayıp azalır.
Bunun yerine, Po’nun ve diğer tüm nehirlerin setlerinin, dağların yıkıcı ormansızlaşması dolayısıyla olduğu kadar otuz yıllık kriz boyunca ihmal edilmeleri sonucu bakımsızlıktan sık sık iflas edeceğine inanılırsa, o zaman hasar daha da yavaş onarılacaktır. Hiçbir sermaye kalkıp da torunlarımızın torunlarını yüz suyu hürmetine yatırılmayacak.
Atalarımız, insan emeğinin müdahalesi dışında büyüyen bakir ormanların sadece birkaç örneğinin kaldığını beyhude biçimde yazdılar. Bu durumda ormancılık sistemi, işletmeye müdahil olan sermayenin asgari ölçeğine rağmen neredeyse tümüyle insan yapısı haline geliyor. Bununla birlikte, kamu ekonomisi için pek önemli olan uzun boylu ağaçların, değerli bir ürüne dönüşmeleri için her zaman çok uzun bir süreye ihtiyaçları vardır. Lâkin, ormancılık bilimi ağaç kesimi için en iyi yılın azami yaşam süresinin sonu değil, mevcut büyümenin ortalama büyümeye eşit olduğu dönem olduğunu, örneğin, meşe ağacı için her zaman 80, 100 ve hatta 150 yıl beklenmesi gerektiğini göstermiştir. Asgari sermayeyle ürün alana kadar 150 yıllık bir beklemek! Di Vittorio ve Pastore xviii, bunu okusalardı şayet, kitabın kapağını kaldırdıkları gibi pencereden dışarı fırlatırlardı.
Operette dendiği gibi: çal, çal, sermaye (aşk) beklemesini bilmez...!
Daha da beteri var. Sardinya, Calabria ve Sicilya'daki felakete dair nispeten az şey söylendi. Burada coğrafi koşullar büyük ölçüde farklıdır.
Po vadisinin çok gevşek olan meyli suyun önce birikip, daha sonra kil ve altındaki geçirimsiz toprakların üzerine dolmasına neden oldu. Güney’de ve Adalarda aynı nedenler, aşırı yağış ve dağların ormansızlaşması ile birlikte yamaçların denize doğru dik inmesi felakete neden oldu. Dağ akarsuları ana kayadan kum ve çakılları kaldırdı ve tarlalarla evleri hepi topu birkaç saat içinde yok etti, ancak, pek fazla can kaybı olmadı.
Aspromonte ve Sila'nın muhteşem ormanlarının müttefik 'kurtarıcılarca' talan edilmesi nasıl geri döndürülemeyecek bir yıkımsa, sel sularına gömülen toprağın yenilenmesi de “yatırımcılar” ve “kurtarıcılar” için (ikinci ilkine kıyasla çıkarına daha düşkün, öyle bir şey mümkünse) sadece ekonomik olarak değil, pratik olarak da imkansızdır.
Sadece ekilebilir toprağın ince katmanları değil, aynı zamanda ona zayıf da olsa destek veren diğer ince, kayalıksız tabakaları da sel götürdü, ki bu toprağı zavallı çiftçiler on yıllar boyunca defaatle yukarı, tepelere taşımıştı. Her tarla, her ağaç, oldukça kârlı bir tarımın ve bazı köylerde sanayinin temeli olmuş olan toprakla beraber yıkıldı, portakal ve limon ağaçları denize aktı gitti.
Yıkılan bir bağın yeniden dikilmesi yaklaşık iki yıl sürer, fakat narenciye tarlaları ancak yedi ilâ on yıl sonra tam bir hasat sağlar ve bunları dikip işletmek için büyük miktarda sermaye gerekir. Doğal olarak, akıp giden toprağı yüzlerce metre boyunca nasıl yukarı taşıyacağımızın bedelini güzel kitaplar yazmayacak, ve bitki kökleri onu alt toprağa sabitleyene kadar her halükarda su yine toprağı alıp götürecek.
Evler bile eski yerlerinde yeniden inşa edilemeyecektir – ki bunun sebepleri ekonomik değil tekniktir. Reggio Calabria ilinin İyonya kıyısındaki beş-altı talihsiz köy kendi tepeliklerinde değil, deniz kenarında yeniden inşa edilecek.
Orta çağda, afetler antik dünyada kültür ve sanatın zirve noktası olan Magna Graecia’nın muhteşem kıyı şehirlerinin en son izlerini dahi yok ettikten sonra, tarımla uğraşan fakir nüfus kendini Müslüman korsanlara karşı, erişmesi zor ve dolayısıyla daha güvenlikli dağ tepelerine inşa edilmiş köylerde yaşayarak korudu.
Sonraları, “Piedmontlu” yeni yönetim sahil boyunca yollar ve demiryolları inşa etti ve sıtmanın izin verdiği ölçüde dağların denize yakın olduğu yerlerde her köyün kendi “marinası” gelişti.xix Keresteyi uzaklara taşımak böylece karlılaştı.
Yarına sadece “deniz kıyısındaki” bu marinalar kalacaktır ve oralara büyük zahmetle bazı evler inşa edilmektedir. Peki o halde köylü hiçbir şeyin kök salamayacağı, çıplak ve kırılgan kaya katmanlarının ev yapmaya müsait olmadığı yamacı neden yeniden tırmansın? Ya deniz kenarındaki işçiler, onlar ne yapacaklar? Bugün artık onlar, sıhhatsiz ovalardaki Calabria'lılar ve bir zamanlar dağları kaplayan ormanlar ve yüksek çayırlarda serpilmiş ağaçların aç gözlüce budanmasıyla kısırlaşmış, "lanetli kil topraklardaki" Lucanialılar gibi göç edemezler.
Kuşkusuz, ulusal ve-veya uluslararası yardımlaşmayı güzelleyen rezil, utanç verici bir riyakarlığa rağmen bu koşullar altında hiçbir sermaye ve hiçbir hükümet müdahale etmeyecektir.
Bunun altında yatan ahlaki veya duygusal bir sebep değildir; bunun sebebi çağdaş süper-kapitalizmin kasılmalı dinamiği ile dünyadaki insan gruplarının yaşamının örgütlenmesine dair, iyi yaşam koşullarını zaman içinde aktarmalarını sağlayan makul gereksinimlerin tümü arasındaki çelişkidedir.
Dünya basınında sakince ahkâm kesen “Nobel Ödüllü” Bertrand Russell insanlığı, tükenmeleri öngörülebilir hale gelmiş olan doğal kaynakları aşırı düzeyde talan etmekle suçluyor. Büyük güçlerin absürd ve çılgın politikalar güttüğünün bilincinde, bireyci ekonominin sapkınlıklarını kınıyor ve bir İrlanda fıkrası anlatıyor: Torunlarımı ne diye umursayayım, bana ne yararları dokundu ki?
Russell, mistik bir kaderciyle, ‘önce kapitalizmden kurtulalım ve böylece bu sorunlar çözülecektir’ diyen komünisti de aynı kefeye koyuyor. Fizik, biyoloji ve sosyal bilimlere dair onca sayıp döktükten sonra Russell, hem doğal hem de toplumsal kaynaklardaki büyük düzeyde kayıpların temelde belirli bir üretim biçimiyle ilintisinin bir o kadar fiziksel bir olgu olduğunu göremiyor, ve tüm sorunların ahlaki bir vaaz ile veya yoksulundan zenginine herkesin sağduyusuna Fabiancı bir çağrıyla çözüleceğini zannediyor.
Acınası biçimde, önce bilimden bahsederek konuşmasına başlıyor ama sonunda ruhani vaazlara rücu ediyor!
...
Kozmolojiden ekonomiye geçen Russell, her derde deva diye sunulan serbest rekabetin liberal yanılsamalarını eleştiriyor ve şunu söylemek zorunda kalıyor: “Marx, kapitalistler arasındaki serbest rekabetin tekellere yol açacağını tahmin etmişti ve Rockefeller fiilen tekelci bir petrol sistemi kurduğunda haklı çıktı.”
Bir gün bizi anında gaza dönüştürecek (ve İrlandalı'yı haklı çıkaracak) olan güneş patlamasından yola çıkan Russell, ağlak bir duygusallıkla bitiriyor: "Refah isteyen milletler rekabetten çok işbirliği aramalıdır."
Mantık ve bilimsel yöntem üzerine incelemeler yazan Bay Nobel Ödülü sahibi, Marx tekellerin gelişimini elli yıl öncesinden hesaplamamış mıydı?
Eğer Russell burada diyalektiği düzgün işletebilseydi, rekabetin zıttının işbirliği değil tekel olduğunu görürdü.
Şunu da eklemek gerekiyor; Marx aynı zamanda kapitalist ekonominin, (yani sınıf tekelinin) yok edileceğini de öngördü, ama iyi kalpli Trumanlar ve Stalinler ile övmeye doyamadığınız o “işbirliğiyle” değil, sınıf savaşıyla.
Rockefeller’ın geldiği gibi, “koca bıyık” xx da gelecek! Ama Kremlin'den değil. Stalin'in Marxist traşını xxi bırakıp Amerikan traşı yaptığını göreceğiz.
Dipnotlar:
i “İlk kapitalist ulus İtalya’ydı.” (Engels, “Komünist Manifesto’nun İtalyanca Baskısına Önsöz”)
ii 1951’deki Polesine sel afeti için daha fazla bilgi şurada mevcuttur: http://www.environmentandsociety.org/arcadia/great-fear-polesine-flood-1951
iii Luigi Einaudi, İtalya’nın 1948-55 arası devlet başkanı. Gerçekten de kısa bir adamdı.
iv Potemkin, Rus kırsalını gezisinde II. Katerina’ya göstermek için prefabrike köyler inşa ettirmişti. Taşrada bolluk izlenimi uyandıran bu köyler, her ziyaretten sonra hızlıca sökülerek gezinin başka yerlerinde tekrardan birleştirilmişlerdi.
v 1951 senesinin başında Vanoni İtalya’da kişisel gelir vergisini yürürlüğe koydu. Bu vergi, “en az ödenen vergi” olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girdi.
vi Acımasız bir paralı asker ve yağmacı olan İtalyan condotierri, Fabrizio Maramaldo, Floransa ordusunda komutan olan eski düşmanı Francesco Ferrucci’yi 1530’da ağır yaralı halde tutsak almasına rağmen öldürerek bütün savaş ve şövalyelik kurallarını çiğnediği için İtalyan tarihinde ve halk hafızasında kötü bir üne sahiptir. Bunun Britanya’daki benzeri Kral Harold’a kıyan Ponthieu’lü Ivo’dur. Ama Ivo William tarafından namussuz ilan edilip ordudan atılmıştı. Yeni doğan feodalizmin cömertliği, erken kapitalizmin galiz vicdansızlığı karşısında masum kalmaktadır.
vii Karl Marx, Kapital Vol. 1 (Yordam: İstanbul, 2010), s. 233.
viii Yayımcının notu: Yazının İtalyanca aslında kullanılan sözcük “troviero” olup, kelime anlamı “bulan” demektir. Sözcük bu bağlamda esasen “önemli bir şey bulduğunu zannedip bulmamış olan” anlamına gelmektedir, örneğin Marx’ı yanlışladığını zanneden bir burjuva özürcüsü gibi. İngilizce çevirisinde bariz bir karşılık olmadığından “discoverer” kelimesi tırnak içinde kullanılmıştır.
ix Marx, Kapital, s.186.
x Dottrina del diavolo in corpo ibaresini, Bordiga kapitalizmde devlet müdahelesi üzerine yazdığı bir başka makalesinin de başlığı olarak kullanmıştır. Bu makale ilkin Battaglia Comunista’nın 1951’de yayınlanan 21. sayısında yayınlanmıştır.
xi Monselice Po’ya en yakın taş ocağı, Carrara da İtalya’nın mermer üretim merkezidir.
xii Orijinal metnin ruhuna sadık kalmak için Yordam çevirisini değiştirdik. Yordam versiyonu için: Marx, Kapital, s. 208.
xiii Ibid. s.210.
xiv Ibid. s.230.
xv Bordiga’nın burada kastı yazının yazıldığı dönemde iktidarda olan Hristiyan-Demokrat koalisyon hükümetidir.
xvi Bordiga için Hristiyan-Demokratlar faşistlerin artıklarıydı ve Stalinist İtalyan Komünist Partisi’ni gerçek komünistlerden ayırmak için onu ‘kızıl’ değil ‘kırmızımsı’ olarak tanımlıyordu.
xvii Burada atıf Kore Savaşı’nadır.
xviiiDönemin sırasıyla “komünist” ve “Katolik” sendika liderleri.
xix Burada “Marina” ile kast edilen tren yolu etrafında, denizden çok uzak olmayan kıyısal düzlükte inşa edilmiş az sayıda evdir. Bu Marina’lar tren yolu ‘tepelerdeki’ yerleşimlere uğramadığı için inşa edilmiştir.
xx Burada kastedilen Stalin’dir.
xxi Çeviride kaçınılmaz olarak kaybolan kelime oyunuyla Bordiga’nın kastı “Marx’a karşı”.
Comments