top of page

Beygirgücünün Ruhu (Amadeo Bordiga, 1953)


Tezlerimizin asıl amacı –ki bu tezlerde temel “kuram”ların devamlı hatırlatılmasına verilen yer vazgeçilmezdir, bu aynı sözcüklerle ve ifadelerle olursa daha da iyidir– ultra-modern kapitalizmin “öngörülemez” ve deforme biçimlerine dair yapılan, ve bakış açısının temellerini ve dolayısıyla Marksist yöntemi revizyona zorlayacak olan gevezeliğin eleştirisidir.


Böylesi hatalı bir konum doktrinimizin olmazsa olmaz hatlarının ve başat prensiplerinin yadsınmasına ve dahası en başından bilinmemesine pek tabii bağlıdır.


Şu anda Rusya ve Çin'deki devrimci formlar üzerine yürütülen tüm tartışmalar, daha önce toprağa bağlı ve pre-kapitalist üretim biçimlerinin egemen olduğu dünyanın büyük bölgelerinde sanayileşme ve makineleşmenin "ortaya çıkması", ki bu bir tarihsel olgudur, üstüne yapılacak değerlendirmeye dayanmaktadır.


Sanayileşme ve makineleşmeyi inşa etmek, merkezi ve “milli” planlama aracılığıyla yapıldığında sosyalizmi inşa etmekle aynı şeydir. Hatalı tez işte budur.


Klasik biçimde, Marksizm makineleşmeyi tarihsel olarak kapitalizmle ilişkilendirir. Mekanik güçlerin kapitalist toplumda seferber edilmesiyle sosyalist toplumda seferber edilmesi arasındaki fark nicel değildir, teknik ve iktisadi yönetimin kısıtlı bir döngüden tamamlanmış bir döngüye geçmesinde yatmaz. Fark niteldir ve makinelerin insan toplumunca kullanılmasındaki kapitalist unsurlarının tamamen alaşağı edilmesinde kendini bulur, ki bu çok daha esaslı olup, allahın cezası fabrika düzeniyle iş bölümü arasındaki ilişkilere karşıt duran “insanlar arasındaki ilişkilere” dayanmaktadır.


Üç tarihsel form: Otonom firmaların yürüttüğü sanayicilik, gitgide konsantre hale gelen ve nihayetinde birleşen idarelerin sanayiciliği, sosyalizm. Bu üçü de daha ilk andan Marx’ta öngörülmüş ve tarif edilmiştir. Öngörülememiş olan ve bunun çerçevesini çizen tahlilin kendisinin sınırları dışında kalan bir şeyin gerçekleşmişliği yoktur. Lanet olsun dogmalardan söz edenlere de. Bir tane dönek tanımayız ki ağzından şu sözcükler peyda olmamış olsun. Mao Zedong “inek tezeği”yle kıyaslar dogmaları. E, afiyet olsun madem.


Dün


İnsan ve makine


John Stuart Mill, ki sermayenin peygamberlerinden biridir, klasik eseri Siyasal İktisadın Prensipleri (Londra 1821) kitabında mekanik buluşların herhangi bir insanın işini hafiflettiğinin kuşkulu olduğunu söylemişti. Marx makineleşmeyi incelerken bu alıntıdan yola çıkmıştır. Sosyal bilimler sahasında ilk kez, tartışma, argümanların formüle edilişlerinde yapılan kökünden bir değişiklikle başlamıştır. Yoksa, makinenin hayır mı şer mi olduğu sorusu en iyi ihtimalle edebiyat için güzel bir tema olarak kalırdı. Marx buna odaklanır ve bir çırpıda sorunun merkezine makinelerin kapitalistçe kullanımını alır. Bu tip bir kullanım katiyen insan türünün emeğinin hafifletilmesine yönelik değildir. “İşçinin iş gününün karşılığını almadan kapitaliste bıraktığı kısmının büyümesi için, emeğin üretkenliğini artıran diğer her araç gibi, makinelerin metaları ucuzlatması ve iş gününün işçinin kendisi için harcadığı kısmını kısaltması gerekir.” Bu titiz tanım (Kapital Cilt 1 Bölüm 13’ün başındadır) kendi içerisinde, kolayca görebileceğimiz gibi, komünist programı barındırmaktadır. Makineleri bir kenara atacak ve onları bu dalavereden ötürü cezalandıracak mıyız? Tam tersine: ilkin onları kullanabildiğimiz ölçüde üretim maliyetlerini artırmak ve işçinin kapitalist için çalıştığı zaman miktarını azaltmak için kullanacağız. Daha sonraysa “emeğin üretken kapasitesini artırmak” için, lakin gülünç miktarlarda meta üretmek değil, daha az emek kullanmak amacıyla.


Anti-metafizik yöntemi sınamaktan asla ödün vermez bir şekilde, bu sayfadaki dipnot insan derken kimin emeğinin hafifletildiği hususunda pek yerindedir.

"Mill, başka insanların emeğiyle beslenmeyen herhangi bir insanın) demeliydi, çünkü makineler işleri yolunda olan aylakların sayısını hiç şüphesiz çok artırmıştır."[1]

Yani, “makinelerin komünist devrime varma yolunda vazgeçilmez olduğu” tezi Marksist bir tezse, modern makineleşmenin Marksist savunusunun basmakalıplığı, bayağı ve kısır bir okumanın ürünüdür.


Marx, “sanayi devriminin” üretim biçimindeki başlangıç noktasının manifaktürde emek gücü, büyük sanayideyse emek aletleri olduğunu söyler. Emek gücü işçilerdir, ki manifaktürde bile alet kullanır ve dolayısıyla emek aletlerine sahiptirler. Adına makine diyebileceğimiz bu yeni emek aletinin karakteristiklerinin analizi için metne sabırla bakalım. Anlıyoruz ki, 18. yüzyıldan önce, yani, emek aletinin ağırlıkla makine değil de bir el aleti olduğu dönemde gerçekleşen kapitalist toplumsal ve siyasi devrimlerin (işçilerin) emek gücünün toplumsal ilişkilerini ve siyasi ilişkileri belirleyişi, emek aletinin devasa ölçekte makineleşmiş olduğu 20. yüzyıl kapitalist sanayi devrimlerinin (Rusya, Çin) belirleyişinden mecburen ve tahmin edilebileceği üzere farklıdır. Ne var ki, bunlar tarihsel olarak kapitalist ve burjuva devrimlerdir. Bir makineleşme orjisi başka şeydir; “sosyalizmin inşası” başka şeydir. Bu vakalarda bile, –biraz ileri saralım– makine-tanrının çıkagelişi, kaçınılmaz olarak “fabrika otokrasisi” denen burjuva düzenini ve meta üretimine tapmayı beraberinde getirmiştir. Bu, tarihsel olarak, Marx’ın beklediği biçimde bizim de beklediğimiz sosyalist devrimin İncilimiz Kapital'de alacağı tarif edilen yönün tam tersine ilerlemektir. Her burjuva "özgür ruhunun" gözü dönmüşlüğü ile!


Emek araçlarındaki ilerlemenin her sathın ötesinde herkese ve nesilden nesle erişilir olduğu bizim biricik keşfimiz değildir. Bilim herkese aittir, lakin bugün yalnızca kapitalist güçlerin tamamına aittir. Ancak yarın, Mill’in dediğinin tersi cins bir insan türünün tümüne ait olacaktır.


Bir dipnot:

“Bilimin kapitaliste "hiçbir" maliyeti yoktur; ama bu, onun bilimden yararlanmasını kesinlikle engellemez. "Başkalarının" bilimi de, başkalarının emeği gibi, sermayeye bağlanır. İster bilim isterse maddi zenginlik söz konusu olsun, "kapitalist biçimde" sahip oluşla "kişisel biçimde" sahip oluş birbirinden tamamıyla farklı şeylerdir.” [2]

Adamcıklar, bir kırk dakika kadar kafa yorun buna. Marx bu tezi, kapitalist bireyin, mülksüzleştiren ve sömürenin, iş teknik sorunlara gelince pek çok durumda tam bir budala olduğu olgusuyla temellendirmektedir. Sizi, artık başkalarının emeğine (zenginliğine) kişisel olarak el koymanın olmadığı Rusya’da tam tamına kapitalist el koymanın yine de mümkün olmasına şaşırmamaya davet ediyoruz, nitekim Rus kapitalist devletinin hiçbir bedel ödemeden batı bilimine el koyduğu barizdir. Elinin altındaki her çeşit mekanik ve teknik buluş dolayısıyla, zanaatkarın atölyesinden bağımsız küçük-ölçek sanayiye giden uzun gelişimin üzerinden atlayabilmiştir. Peki Marx bu cins bir sıçramanın mümkün olduğunu öngörebilmiş miydi? “Uluslar-üstü” devrimci güçlerin, birinde tamamen gelişmiş sanayinin (örn. Almanya) diğerindeyse henüz gelişmemiş sanayinin (örn. Rusya) mevcut olduğu, birbiriyle kıyas götürür topraklara beraberce sahibiyeti koşulu nezdinde, evet. Bu özgül ilişkinin yokluğunda, kendini zamanda ilerlemeden ziyade coğrafi mekânda genişlemeyle, evrimsel aşamalar ya da nitelik bazında değil nicelik bazında bir yayılma şeklinde gösteren bir kapitalist gelişim döneminin devreye girmesi mecburidir.


Emek ve enerji


Küçük doktrinimize dönelim. Roma kilisesi gibi iki bin yıllık bir organizmada (ki muhtemeldir ki hepimizi gömecektir), yanılmaz Papanın öğrettiği bir şey yoktur, öğretme işinin tamamı bütün papazlardadır. Gülüyorsanız aptallığınıza yanın, ortada komik bir şey yok.


Marx makineyi fizik kavramlarıyla tarif etmeye başlamış ve tarihsel kavramlarla devam etmiştir, ki bu insan-makine ilişkisinin muammalarını gözler önüne sermekte fayda sağlamıştır.


Basit makinelerin mekanik kuramı, kendisine, pekâlâ bir insan eli de olabilecek bir ajan tarafından uygulanan bir enerjiyi daha uygun bir formda enerjiye dönüştüren araç veya gereçlerle ilgilenir: yeni enerji üretmeyip, ancak kendilerine tatbik edileni iletirler. Bunlar kaldıraç, kama, kasnak gibi şeylerdir. Bir adam bir ton ağırlığındaki bir kayayı kendi kuvvetiyle oynatamaz, ama uzun bir kaldıraçla oynatabilir. Aynı kayayı taşıması daha kolay küçük parçalara kıramaz, ama kayaya yerleştirdiği bir kamaya çekiç vurarak bunu başarabilir.


Toplumsal açıdan şöyle denebilir: Basit makine, uğruna şirket kurulabilecek bir şey değildir. Klasik siyasal iktisat bilir ki, emek değerdir. Emek (emeğin miktarı) mekanik enerjiyle aynı şeydir. Fizikçi şöyle der: kuvvet çarpı yol (kayanın hareketi) bize enerjiyi verir. İktisatçı der ki: işçilerin sayısıyla emek zamanlarının çarpımı bize değeri verir. Demek ki üretimde yalnızca işçilerin kas gücünü kullandığımız takdirde, basit makineler – ki bunlara toplumsal ve mekanik anlamda bağımsız zanaatkarın eline aldığı aletleri de eklemek doğru olacaktır – bir şeyi değiştirmez. Kaldıraçla, bir adam kayayı sekiz saatte on metre oynatır: sekiz işçi kaldıraç olmadan aynı kayayı bir saatte yine on metre oynatacaktır.


Mekanik açıdan denebilir ki bileşik makine, yani az ya da çok sayıda basit makinenin (tekerlek, kaldıraç, dişli vs.) bir araya gelmesi, ortaya yeni enerji çıkarmaz, öte yandan yakıttan gelen ısıyı ve başka enerji formlarını mekanik enerjiye dönüştüren motorlu makineler yeni enerji ortaya koyar. Böylece, bir miktar insanın fiziken yapması gereken çokça emeğin ortadan kaldırılması ile değer denen şey uçar gider. Fakat bu ancak komünist makineleşmede böyle olabilir, kapitalist makineleşmede, fiziksel olarak doğru olan enerji bağıntısı, toplumsal olarak yanlıştır.


Mekanik enerji insanın emek olarak harcanan vaktini azaltmak değil de daha fazla meta üretmek için kullanıldığı müddetçe, bu dönüşümün, ideolojik ya da yasal olarak ne biçimde sunulursa sunulsun, kapitalist bir süreç olduğunu söylemeye mecburuz.


Nitekim Marx, zanaatkarlık döneminin el aletiyle kapitalist dönemin makinesi arasındaki farkı kullanılan kas gücünün yerine konan başka enerji bazında tanımlamamıştır; makineyi toplumsal anlamda sadece çeşitli çağdaş sanayi ve fabrikaların motorlu makineleri olarak değil, aynı zamanda enerjiyi iletici mekanizmalar (ek enerji yaratmayan bir dizi basit makine) ve hammaddeyi dönüştürmede kullanılan, amiyane teknolojik tabirle imalat makinesi (torna, pres, delgi vs.) denen iş-makineleri için de beraberce kullanarak tarif etmiştir. Zaten, yeni bir -makinesi henüz mekanik enerjiyle devindirilmeyip insan kas gücüyle çalışan krank ve pedallı makineler olsalar bile, makineleşme aşamasına geçilmiş demektir.


Böyle olmasaydı eğer, der Marx, insan-harici bir enerji kaynağı olarak makinenin kapitalist fabrikadan çok daha önce var olduğunu söylemek zorunda kalırdık.


Esasen insan doğadaki başka enerjiden yararlanmayı pek erken öğrenmiştir. İki öküzün çektiği basit bir pulluk bir alet olmaktan çıkmış, insanın aynı sürede kürekle belleyebileceğinden daha geniş bir alanı sürmesini sağlayan has bir makine olmuştur.


Fakat, diyor Marx, tek bir işçinin kullandığı, dakikada 96 bin ilmek atan Claussen döner çıkrığı, ilkel değil modern bir insanca kullanılmasına rağmen elle çalıştırıldığı için alet olacaktır, tıpkı Wyatt’ın iplik eğirme makinesi gibi. Bunların makine haline geldikleri an, ilkinin devindirilmesini bir motorun üstlendiği andır, ikincisininkiyse 1735’ten bu yana bir … eşeğin.


Hayvan, insanın üretim için faydalandığı ilk doğal enerji kaynaklarından biridir, hem de çok eskiden beri. Ama başka kaynaklar da mevcuttu: Rüzgâr ve akan su.


Dolayısıyla kapitalist makineleşmenin belirleyici unsuru insan kas gücü yerine mekanik enerjinin kullanıldığı bu tek tük ve dağınık örnekler değil, mekanik motordan (buhar makinesi) çok daha öncelere dayanan imalat makinesidir.

“18. yüzyılda Sanayi Devrimini başlatan, makinelerin işte bu kısmı, iş makinesidir. Bugün bile, zanaat veya manifaktür işletmeleri günden güne makineli işletmelere dönüştükçe, iş makinesi yeniden başlangıç noktasını oluşturur.” [3]

Bir adım geri gidelim. Zanaatta, yani bağımsız, izole zanaatkar işçinin olduğu durumda pre-kapitalizmde, lonca-feodal rejimdeyizdir. Manifaktürün gelmesiyle, tam kapitalizme varmış durumdayızdır. Gerçekten de, bilindik koşullar gerçekleşmiştir: kitleler hâlinde bir araya getirilmiş işçiler, binalar satın alabilecek, malzeme edinebilecek ve yevmiye ödeyebilecek bir patronun elinde sermaye. Makineleşmeden çok daha bile önce, basit manifaktür, iptidai el aletleriyle bile olsa farklı zanaatkarlarca ve “patron”un sorgulanamaz hükmü altında gerçekleştirilen farklı eylemler arasındaki teknik iş bölümü vasıtasıyla organik manifaktüre dönüşmüştü. Kölelik zamanlarından kalan bu terim (patron) yeniden doğmuş, daha az nahoş olan “bey” terimini küçültücü bir şekilde yerinden etmiştir. Bey yaşayan, dövüşen bir şövalyeydi; patronsa eninde sonunda devasa bir otomata dönüşecektir.

Fabrika otokratı


Marx’ta okuduğumuz kapitalist fabrika sisteminin bir savunusu değil, onun acımasızca mahkûm edilmesidir. Emek aletleri, tek bir zanaatkarın ellerinde durdukları müddetçe aynı zamanda, modern idealist günahlarımız affola, onun zihninin ve bir parça yüreğinin de aletleriydi.


Bugün zanaatkarın aletlerinin yerini makine aletleri almıştır. Marx:

“Makine, görmüş olduğumuz gibi, alet denilen şeyi ortadan kaldırmaz. Alet, insan organizmasının cüce bir aracı olmaktan çıkar, büyüyerek ve çoğalarak insan tarafından yaratılmış bir mekanizmanın aleti haline gelir. Sermaye şimdi işçiyi elle kullanılan bir aletle değil, kendi aletini kendisi yönetip işleten bir makine ile çalıştırır.”[4]

İnsan emeğinin gücündeki devasa büyümeye eşlik eden şey, çalışan insanın yücelmesi değil, alçalması olmuştur. Jenny sayısız iğe sahip bir eğirme makinesine verilen isimdi. 1863’teki teknolojik gelişmeyle, ancak bir beygir gücündeki bir motor sayesinde 450 döner iğe iki buçuk işçi yetmekte ve haftada 3,666 libre eğrilmiş pamuk üretmekteydi. Bir el çıkrığıyla aynı miktarda pamuk 150 yerine 27,000 saat gerektirecekti. Üretkenlik 180 misli artmıştı! Marx’ın yaptığı karşılaştırmaların peşine burada takılıp onları açarak, örneğin, savaştan sonra yol yapmak amacıyla Amerikalıların ithal ettiği kazıcı ve sürücü makinelerinin kaç demiryolu işçisinin yerine geçtiğini hesaplayamayız.


Dr. Ure, bize iki fabrika tarifi yapıyor. Bir yanda:

"merkezi bir güçle (bir ilk motorla) aralıksız bir biçimde işler halde tutulan bir üretken makineler sisteminin işleyişine hüner ve gayretle gözcülük eden yetişkinlerden ve yetişkin olmayanlardan oluşan çeşitli işçi sınıflarının el birliği"

Öte yandaysa:

"bir ve aynı nesnenin üretimi için uyum içinde ve kesintisiz bir biçimde işleyen sayısız mekanik ve bilinçli organdan meydana gelen ve bütün bu organları kendi kendine hareket eden bir hareket gücüne tabi bulunan muazzam bir otomat"[5]

Marx göstermektedir ki, tanımlardan “ikincisi, makinenin kapitalist biçimdeki kullanımını ve dolayısıyla de modern fabrika sistemini karakterize eder.”[6]


Lakin tanımlardan ilki, pekâlâ programımıza tekabül edebilir: “birleşik toplam işçi veya toplumsal işçi gövdesi egemen özne, mekanik otomat ise nesne olarak görünür”. Ama bugün, “bizzat otomat öznedir, işçiler ise, sadece bilinçli organlar olarak, bilinçsiz organlar ile aynı durumdadır.”


Duyuyor musunuz, ey, bizi hayatı otomatize etmekle suçlayanlar, bedenlerin, ruhların ve şuurların liberal kurtarıcıları?

“Bu nedenle Ure, harekete kaynaklık eden merkezi makineyi sadece bir otomat olarak değil, fakat bir otokrat olarak göstermeyi de sever. ‘Buharın hayırsever gücü, bu büyük atölyelerde sayısız kulu kendi çevresinde toplar.’".

Kavramın böylesi merkezi olması yüzüncüye göstermekte ki burada mesele, Stalin’in dahi öne sürdüğü gibi kapitalizmin tarif edilmesi değil; devrimin ortadan kaldırması gereken toplumsal karakteristiklerin keşfedilmesidir! Buyrun size başka kısımlar:

“Manifaktürde ve zanaatçılıkta işçi aletten yararlanır, fabrikada ise işçi makineye hizmet eder. İlk ikisinde emek aracının hareketi işçiden başlar; sonuncuda ise, işçi emek aracının hareketini izlemek zorundadır. Manifaktürde işçiler canlı bir mekanizmanın organlarını oluşturur. Fabrikada işçilerden bağımsız bir cansız mekanizma vardır ve işçiler buna canlı eklentiler olarak katılır.”[7]

Bu bölümün sonuna yer alan, Fourier’nin fabrikayı çalışma kampına benzetmesi kadırgalardaki [8] kürekçileri çağrıştırır, ki bu kürekçiler kadırgayla bütünleşmiş, güvertelerine ömürlük olarak zincirlenmişlerdir; ya kürek çekerler ya da onunla batıp giderler.

“İşçinin emek aracını değil, tersine, emek aracının işçiyi kullanması [programımız şöyle der: kolektif sosyalist-işçi kendi işinin aletlerine bizzat hükmedecektir!], her türlü kapitalist üretim için [manifaktür için dahi], bu üretim tarzı yalnızca bir emek süreci olmayıp, aynı zamanda sermayenin değerlenmesi süreci olduğu ölçüde, ortak bir niteliktir; ne var ki, bu tersine dönüş ilk kez makineyle teknik bakımdan somut bir gerçeklik kazanır. Emek aracı bir otomat haline gelerek, emek sürecinde işçinin karşısına sermaye olarak, canlı emeğe hükmeden ve onu yutan ölü emek olarak çıkar.”[9]

Pek soğuk bir tanım değil mi, sizi pespaye tahrifatçılar çetesi?


Bundandır ki patronun fiziksel cisminin olması şart değildir. Zaten kendisi de sermaye hisselerinin, yönetim kurullarının, devlet planlama kurullarının ve dahi siyasi devletin olukları içerisine girerek ortadan kaybolmaktadır. Bu devlet ki nice zamandır zaten girişimci ve fabrikatör olagelmiştir, nihayet de bugün en hain biçimini alarak “işçilerin bizatihi kendisi” imiş gibi yapmakta ve onları sinsi çelik otomatlarının ayaklarına böylece zincirleyebilmektedir.


Fabrika despotizmi: ne zaman ki “siyasi özgürlük mücadelelerinin” ve benzer popüler serapların sarhoş edici gemleri ortadan kalktığında, daha doğumunda burjuva sanayiciliğinin lanetlediği, gerçek sınıfsal devrimlerin eşlik ettiği ama leş kokulu demokratik makyajın bulaştığı komünist devrim onu kökünden söküp atacaktır ancak. Doksan senedir hazır kurulmuş, ve ne yazık ki yerine getirilmeye henüz hazır olmayan bu cümlenin tek bir hecesini bile ellemeye gerek yoktur.

“Sermayenin, başka alanlarda burjuvaların pek sevdiği güçler ayrılığı ilkesini ve bundan da fazla sevdikleri temsili sistemi hiç işe karıştırmadan, özel bir yasa olarak ve kendi keyfine göre formüle ettiği ve çalıştırdığı işçiler üzerindeki otokrasisini kuran fabrika yönetmeliği, büyük boyutlu el birliğinin ve emek araçlarının, özellikle makinelerin, ortak kullanımının emek sürecinde gerekli kıldığı toplumsal düzenlemenin kapitalistçe bir karikatüründen başka bir şey değildir. Köle güdücülerinin kırbaçlarının yerini gözcülerin ceza kitabı aldı.”[10]

Liberallerin son öcüleri olan otokrasi ve diktatörlük, solgun hukuki yalanlarda değil “gerçek yaşamda”, Mussolini, Hitler, Franco’yla baştan başlamadı… ne de Stalin ve onun prokonsülleriyle, ne de Truman, Eisenhower ve Birleşik Avrupa’nın şapşal uşaklarıyla: bunlar Hudson, Thames, Moskova ve Zhujiang nehirlerinin kıyılarında dönmekte olan merkezi jeneratörlerin ritmine bağlı olan teknik birer olgudur.


Makine ve devrim


Ancak “makine, beraberinde getirdiği sefaletin kabahatlisi değildir”. Burada harikulade bir sayfa, makinelerin kullanımından doğuveren devasa antagonizmaları açıklayamayınca onları görmezden gelen ve şu olgulara gözlerini kapayan resmi iktisatçıların aptallığını gösterir:

“makine aslında çalışma süresini kısalttığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında iş gününü uzattığı; aslında işi kolaylaştırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında emeğin yoğunluğunu artırdığı; aslında insanın doğa güçleri üzerindeki zaferi demek olduğu halde, kapitalist tarzda kullanıldığında insanı doğa güçlerinin boyunduruğuna soktuğu; aslında üreticilerin zenginliğini artırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında bunları sefilleştirdiği için vb., […] Dolayısıyla, her kim, makinenin kapitalist tarzda kullanımının gerçek yüzünü ortaya koyuyorsa, bunların kullanılmasını hiç istemiyordur ve toplumsal ilerlemenin bir düşmanıdır!”[11]

Çalışan toplamın ellerinde bir refah ve istirahat kaynağı olacak olan makine, sermayenin ellerinde bir katile dönüşür. Makinayı bundan dolayı lanetlemeyiz.


Burada Marx Charles Dickens’ın meşhur romanı Oliver Twist’ten bir karakteri alıntılıyor. Bu, azılı haydut Bill Sykes’ın kendini savunmasıdır:

“Jürinin sayın üyeleri, bu gezgin tacirlerin boyunları, şüphesiz, kesilmiş bulunuyor. Ama bu benim suçum değil, bıçağın suçudur. Bu tür geçici münasebetsizlikler oluyor diye bıçak kullanımına son mu verelim? Düşününüz bir kere! Bıçak olmasaydı tarım ve zanaatlar bugün nerede olurdu? Bıçak, anatomide öğretildiği üzere cerrahide de yararlı bir araç değil midir? Ayrıca, neşeli sofralarının gönüllü yardımcısı değil midir? Bıçağı ortadan kaldırırsanız, bizi gerisin geriye barbarlığın en derin uçurumlarına yuvarlarsınız.”[12]

Hayır. Topyekûn barbarlığa gerilemeyeceğiz, ve böylesi bir risk bizi kaygılandırmıyor. Biz altı üstü, bıçak-makinenin sapını sizin ellerinizden alacağız.


Makine yarın, merkantil olmayan bir üretim biçiminde kıymetli olacak, ve ortaya çıkışı da esasında sermaye ve proletarya arasında yarattığı devrimci antagonizmalar açısından epey kıymetli olmuştur.

“Yine hiç kuşku yok ki, üretimin kapitalist biçimi ile işçilerin bunlara karşılık düşen iktisadi koşulları, bu tür köklü dönüşüm dinamikleriyle ve bunların hedefi [program diyoruz, sağırlar sizi] olan eski iş bölümünün ortadan kaldırılmasıyla tam bir çelişki içindedir. Ne var ki, bir tarihsel üretim biçiminin çelişkilerinin gelişimi, bunların çözülmesinin ve yeniden biçimlenmesinin tek tarihsel yoludur.”[13]

İşte size, komünizmin gömeceği “iş bölümüne” bir başka sövgü. Diyalektik bakıldığında, zanaatkarlar zamanında pek akıllıcaydı şu söz: nec sutor ultra crepidam, kunduracı çizmeden yukarı çıkma! Fakat:

“Ne sutor ultra crepidam! (kunduracı çizmeden yukarı çıkma!) öğüdü, zanaatçılığa özgü bilgeliğin bu nec plus ultra'sı (en yüksek doruğu), saatçi Watt'ın buhar makinesini, berber Arkwright'ın çözgü tezgahını, kuyumcu işçisi Fulton'un buharlı gemiyi icat ettikleri andan itibaren düpedüz saçma bir söz haline geldi.”[14]

Ve Marx’ın eserinin bu kısmını iş ve işgünün kısalmasına dair toplumsal mevzuatın detaylı incelemesinin ardından bir savaş narası ile kapatıyoruz:

“Bir yandan, tek tek iş yerlerinde tek biçimlilik, kurallara uygunluk, düzen ve tasarrufu zorunlu kılarken, bir yandan da, iş gününün sınırlandırılması ve düzene bağlanması sonucu, teknik gelişmeleri hızlandıran muazzam dürtü ile kapitalist üretimin yol açtığı anarşi ve yıkımları her yerde ve alabildiğine çoğaltıyor, emek yoğunluğunu artırıyor [Stahanov! Stahanov!] ve makinenin işçi ile rekabetini şiddetlendiriyor. Küçük işletmeler ve ev sanayisi ile birlikte, "fazla nüfusun" son sığınaklarını ve böylece bütün toplum mekanizmasının bugüne kadarki emniyet supaplarını yok ediyor. Üretim sürecinin maddi koşullan ve toplumsal birliği ile birlikte, bunun kapitalist biçiminin çelişki ve karşıtlıklarını ve dolayısıyla da aynı zamanda yeni bir üretim sürecinin kurucu unsurlarını ve eski toplumu devirecek güçleri olgunlaştırıyor”[15]

Bugün


Beygirgücünden kilovata


Marx, zamanının teknolojik öğeleri temelinde, mekanik devindirici gücün (daha doğrusu, enerjinin) üretici faaliyetlerin büyük fabrikalarda yoğunlaşmasını hızlandırdığını ve bizzat fabrika iş yasasının bu yönde hareket ettiğini bütünüyle tesis etmiştir:

“Fabrika Yasası, böylece manifaktür tipi işletmelerin fabrika tipi işletmeler haline dönüşmesi için gerekli maddi unsurları yapay olarak olgunlaştırırken, aynı zamanda, daha büyük sermaye yatırımlarını zorunlu kılarak bir yandan da küçük patronların çöküşünü ve sermayenin yoğunlaşmasını hızlandırır”[16]

Birikimle ilgili bölümlerden şu alıntıyı defalarca yaptık, ki bu örneğin çelik imalatında gerçekleşen teknik modifikasyonlarda görülebilmektedir:

“Belli bir iş kolunda yatırılmış bulunan bütün sermayeler tek bir bireysel sermaye biçiminde eriyip kaynaşmış olsalardı, merkezileşme bu iş kolunda ulaşabileceği en üst sınıra varmış olurdu. Belli bir toplumda bu sınıra ancak, bütün toplumsal sermayenin, ister tek bir kapitalist isterse tek bir kapitalistler birliği olsun, tek bir elde toplandığı anda varılmış olurdu.”[17]

Engels’in aynı bakış açısını tröstlere, tekellere ve devlet idaresine uyarlayışı da bir o kadar meşhurdur.


Nasıl artı-değer üretiminde birleşen meta yasalarının kendileri, Marx'a devasa miktarlardaki kapitalist birikimin tarih tarafından tamamen doğrulanan kanıtının temelini sağladıysa, devindirici gücü üretmenin yeni teknik biçimlerinin de aynı derecede önemli bir etkisi vardır.


Mekanik gücün üretimde geniş çapta kullanılmasının ilk örneği olan buhar makinesine atıfta bulunduğumuz müddetçe, en iyi çözümün her fabrikanın ihtiyaç duyulan enerjiyi üretmede otonom olması olduğunu görürüz. Termik santraller her şeyi değiştirdi, bilhassa geniş çapta fosil yakıt eldesini takiben, ki bu hem makineler hem de evvela büyük oranda devlet idaresinde olan maden işletmelerinin kapitalist formu dolayısıyla daha da büyüdü. Önceleri, beygir gücü başına düşen maliyet buhar kazanı ne denli büyürse o denli düşmekteydi, bundan ötürü de küçük fabrikanın büyüğüne tabi olmasının sebebi başkaydı. Ne var ki, fabrikalar arasında örgütsel bir bağ zorunluluğu yoktu zira her biri “serbest pazar”dan kömür alabilmekteydi.


Elektromekanikteki gelişmelerle birlikte bu durum devasa ölçüde değişti. Elektriğin iletkenlere uzaklara dağıtılabilmesiyle birlikte, enerjinin meta haline getirilebilmesinin elverişliliği belirleyicilik kazandı. Bugün hemen hiçbir fabrika, enerjisini kendi üretmemekte, bunun yerine onu satın almaktadır.


Ure’nin merkezi makinesi iş makineleriyle birlikte onlara köle edilen insanları da yönetebilmekteydi, ama küçük bir etki alanında: basit makinelerin –kasnaklar, kayışlar, konik dişliler– yardımıyla yayılabilen bir etki alanı. Basınçlandırılmış buharı uzun borular boyunca başka makinelere aktarmak, devasa ısı kaybı böyle bir sistemi gayri ekonomik kıldığı için kimsenin aklına dahi gelmemişti.


Bir örnek sunalım: Farz edelim ki, doğal metan gazı dinamik elektrik ve elektrik akımının keşfinden önce bulunmuş olsun. Bu da, tıpkı katı ve sıvı olan diğerleri gibi kaynağı organik olan bir fosil yakıttır. Ama, onların tersine, (sıvı olanı bir meta olarak belki boruyla nakledilebilir ama teknik ve ekonomik sebeplerden ötürü yakıt olarak iletimi olanaklı değildir) bir şebeke sistemiyle dağıtımı yapılabilir. Bundan da, tek bir dağıtım sisteminin beslediği tüm fabrikalarda sıkı bir örgütsel bağ bulunması ihtiyacı doğabilirdi.


Oysa, her bir fabrika tarafından tüketilen enerji artık yerel idarenin keyfine göre ayarlanamaz, zira tek enerji santralinin sağladığı enerjiyi tüketmesi ya da var olan enerjinin “çarçur edilmesi”ne sebebiyet verilebilir. Bunun yerine tek devindiricisi olan fabrikanın sahibi kapitalist kazanları ve ocakları keyfince durdurabilir, ya da üretimi artırmak için yenilerini kurabilir.


İşçilerden, imalat makinelerinin kölelerinden faydalanmanın genel planı sağlanan enerjiye bağlı olduğu için, toplumsal sınai mekanizmanın tümü bu yeni normların hizasına gelir, birbirlerine bağlanır, merkezileşir ve kendini sonu gelmeyen kurallara tabi kılar.


Planlama sosyalist değildir!


Genelleşmiş ağlara bu çeşit bir uyarlanma ve onlardan ileri gelen disiplin üretimin tarihsel tipinde bir değişiklik anlamına gelmez: fabrika hala fabrikadır, işçi hâlen ücretli işgörendir, fabrika otomatının otokrasisi basitleşeceğine karmaşıklaşır. Binbir adet özel yasanın türetildiği genel normlar toplumsal bir devrim değildir: Modern yaşamca etrafı çevrili okur için fabrikaların ve mamul ürünler üreten işletmelerin devindirici gücünü envai çeşit başka iletişim, nakliyat ve hizmet ağlarına kıyaslamak faydasızdır.


Antik çağlar dahi otonom olmayan motorlardan faydalanmıştır. Ehlileştirilmiş hayvan şüphesiz ki otonomdu ve çiftlik ya da küçük holding de sahip olduğu at ve öküz sayısınca güçlü idi. Rüzgar değirmeni otonomdu, fakat ne var ki tabiatın insafına kalmıştı.


Otonom olmayan, hiç değilse aynı su yatağının –nehir ya da “endüstriyel su yolu”– uzun akışı boyunca otonom olmayan ise su değirmeniydi. Ve burada, çok eski devletlerin kanunları kimsenin su setlerinin düzenini değiştirip de nehrin yukarısı ya da aşağısındaki bir başka öğütücüden daha fazla hidrolik enerji tüketememesi için açık bir disiplin ortaya koymaktaydı. Calabria’da bir imtiyazları ortadan kaldırma komisyonunun 1810 senesinde verdiği bir hüküm şöyle der: “Halihazırda mevcut olan hidrolik makinelere bir hasar ya da kayba yol açmadığı müddetçe herkes hidrolik makineler kurabilir.”


Giacchino Murat’ın [18] rejimi aşırı derecede liberaldi. Bunun kadar liberal olan modern bir rejimin şöyle bir şey söylediğini düşünsenize: “herkes elektrik makine kurmakta ve onu ilk gördüğü elektrik kablosuna bağlamakta özgürdür!”


Kamu otoritesi her dönemde, bilhassa tek bir şebekeye, aynı maddesel enerji tedariği akışına bağlılıklarının teknik açıdan kaçınılmazlığı söz konusu olduğunda üretici faaliyetleri ve enerji kaynaklarını regüle ve koordine etmek zorunda kalmıştır. Burada belli bir su kaynağından çıkan suyun akışı ile belli bir voltaja tabi bir iletkenden akan elektronların akışı arasında tam bir paralellik mevcuttur.


Şimdi o hâlde, özgül tarihsel dönemlerin gelişimini ve liderlerin adlarını bir anlığına aklımızdan çıkararak, iktidardaki bir toplumsal örgütlenmenin geri kalmış bir ülkeyi sanayileştirmeye mecbur olduğunda ne yapacağını soralım kendimize. Doğal olarak, iş birliğinin olmadığı loncalardan imalat makinelerinin olmadığı manifaktüre, oradan imalat makinelerine sahip ama buhar motoru olmayan fabrikaya ve daha sonra kendi buhar kazanı olan büyük ölçekli sanayiye olan ağır gelişimin tekrar edilmesini beklemeyecektir. Doğrudan enerji santrallerine geçecek, ve yapabildiği azami ölçüde de modern uygulamalı bilimin suyu ıslah yöntemlerinin kullanıldığı, tüketim mamülleri üretecek fabrikalara pekala bir projeye ve plana göre belirli miktarlarda dağıtılacak su rezervlerinin oluşturulacağı hidroelektrik santrallere geçecektir.


Böylesi tesisler için olmazsa olmaz şeylerin eldesi için dünya pazarında edilecek rekabettekinin tıpkısı bir merkantil dürtü, demek ki, bu farazi iktidara da hükmedecektir, çünkü başka her yol daha maliyetli olacak ve daha fazla kaynak ayrımı ile beraber ithalatta kısıtlama anlamına gelecektir.


Rus kapitalizmiyle, sözgelimi İngiltere’de, ya da Fransa, Almanya, Amerika’da gelişen kapitalizm arasındaki sözümona farklılıklar dolayısıyla despotik fabrika sistemi ve toplumsal iş bölümü ve aşırı iş yoğunluğunu geride bırakan farklı bir toplumsal forma yönelik bir adım anlamına gelmez. Tersine, bu sisteme en süratli ve doğrudan yoldan ulaşmaya dayanır.


Tarih bize hatırlatmaktadır ki, 22-29 Aralık 1920’de Sekizinci Tüm Rusya Sovyetler Kongresi’nde, Lenin’in esaslı bir savunucusu olduğu bilinen elektrifikasyon programının benimsenmesiyle planlı sanayileşmenin temelleri atılmıştı.


Düşünce ve tarih


Elektrik enerjisinin yükselişiyle insanlığın yeni ve güçlü bir araca sahip olmasına karşın, bir üretim tipinden diğerine geçişin toplumsal yasası bozulmamıştır. İster otonom ister merkezi planlamayla, ister buhar ister elektrikle olsun, SSCB’de inşa edilmekte olan üretici mekanizma kapitalisttir.


İnsan zihninden türeyen saf ve uygulamalı bilimdeki keşifler, tarihi değiştirebilir ve onun rotasını şekillendirebilir mi? Kendimize sorabiliriz: şayet koca bir nehrin bütün akışındakinden milyonlarca kilovat ve beygirgücü daha fazla enerji şu an eylemsiz olan bir avuç maddenin içinde yatıyorsa, enerjinin bu atomlararası biçimi yerel otonom fabrikalara dönülmesine, ya da “liberal” ekonomiye ya da ona özdeş başka bir beşeri ideolojiyle dönülmesine müsaade eder mi? Böyle bir şey olamaz, ve nitekim böylesi bir enerji patlamasını açığa çıkarmak için, o ilk çekirdeği parçalamak için insan kollarını ve beyinlerini köleleştiren sanayi motorununkinden bin kat daha büyük voltaja sahip bir elektromekanik kaynaktan gelecek öyle bir enerjiye ihtiyaç vardır ki, herhangi bir grup kapitalist değil ancak siyasi devlet bunun altından kalkabilir. [19]


Sade bir attan önce bir yük hayvanına, daha sonra beygirgücünden geçerek iplik eğirme makinesine, ve devasa “siklotron”un içindeki milyonlarca volta doğru giden ucu bucağı olmayan bir yol vardır. Fakat Marx, üzerine eğildiğimiz bölümde anımsar ki, iş hayvanlarını “makine” kabul eden ve kapitalizmin ideolojik habercileri olan Descartes ve Bacon “üretimin değiştirilmiş bir biçimini ve doğanın pratik olarak insanın egemenliği altına alınışını değiştirilmiş düşünme yönteminin sonucu” olarak görmektedirler. Descartes, Discours de la Méthode adlı yapıtında şu kehanette bulunur:

“Okullarda öğretilmekte olan spekülatif felsefe yerine, kendisinin yardımıyla ateşin, suyun, havanın, gök cisimlerinin ve çevremizdeki diğer bütün cisimlerin güç ve etkinliklerini, zanaatçılarımızın farklı zanaatları öğrenmelerinde olduğu gibi, tam olarak öğrenirken, aynı zamanda, onları en uygun oldukları yerlerde ve amaçlar için kullanmayı öğrenmemizi ve böylece doğanın efendisi ve sahibi haline gelmemizi" ve böylece 'insan hayatının mükemmelleşmesine katkıda bulunmamızı sağlayacak pratik bir felsefe bulunabilir.'[20]

Marx’tan itibaren, bu cins bir kavrayışı zorlu bir tarihsel rotanın sonuna yerleştiririz, fakat savunduğumuz şey düşüncenin yaratıcı güçlerinin yeni üretici güçler meydana getirdiği değil, daha ziyade toplumsal süreçlerin gelişim ve çatışkısının zihnin zaferlerinde yansıma bulduğudur.


Bundandır ki olgunun ve insafsız sürecin ismini değiştirmek için iradeye, düşe ya da illüzyona ya da düşünceyle fikri eğip bükmenin yüz çeşit yoluna başvurmak, ya da ustasını geçen sadık bir Kartezyen talebe misali modern kapitalizmin yalnızca “mekanik zekâsından” faydalanıyormuş gibi yaparak kapitalist sistemin insan ve emeğe uyguladığı tazyiği yaşamın mükemmelleştirilmesi ile özdeşleştirmek faydasızdır. Bunun için –tarihin şu mevcut anında– zihnin işi yetmez, ama insanların insanlara karşı, sınıfların sınıflara karşı maddi güçleriyle verilecek bir toplumsal savaşa daha gerek vardır.


 

Notlar:

[1] Kapital, Cilt. I, s. 357 (Yordam Kitap, 2011).

[2] a.g.e., s. 371.

[3] a.g.e., s. 494.

[4] a.g.e., s. 371-372.

[5] a.g.e., s. 401.

[6] a.g.e., s. 401.

[7] a.g.e., p. 404.

[8] İtalyanca galera kelimesi hem kadırga, hem kürek cezası hem de hapishane anlamındadır.

[9] a.g.e., s. 404.

[10] a.g.e., s. 405-406.

[11] a.g.e.., s. 421-422.

[12] a.g.e., s. 422 (alıntı Dickens’tan).

[13] a.g.e., s. 466.

[14] a.g.e., s. 466-467.

[15] a.g.e.., s. 479.

[16] a.g.e., s. 456.

[17] a.g.e., s. 606.

[18] Giacchino Murat Napolyon Yasaları’nı Güney İtalya’da hakim kılmıştır.

[19] Not: Bu kısımda bir karıştırma söz konusudur. Bir reaktörde zincirleme reaksiyon başlatmak için büyük miktarda doğal bölünebilirlikte madde (Uranyum-235 ya da Plütonyum) bir araya getirilmesiyle gerçekleşen nükleer fisyonla, yüksek voltaj kullanılarak bir “siklotron” vasıtasıyla parçacıkların hızlandırılıp atom çekirdeğinin parçalanması başka şeylerdir. Fakat bu reaksiyonları gerçekleştirebilmek için muazzam büyüklükte yatırım gerekli olması kısmı gerçekliğini korumaktadır.

[20] a.g.e., s. 375.


bottom of page