Marksizm için, bugünkü toplumunun belirleyici çelişkisi toplumsal üretici güçlerin mevcut üretim ilişkileri dahilindeki; ya da başka türlü ifade edilirse, bizzat üretim sürecinin giderek toplumsallaşan karakteri ile sürmekte olan mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkili gelişimdir. Tüm toplum formlarında insanlığın genel gelişimi üretici güçlerin, yani üretim araçları ve biçimlerinin giderek azalan miktarda doğrudan insan emeği ile giderek daha fazla ürünün üretimini sağlayarak gelişmesinde ifade bulagelmiştir. Bu süreç tarihsel dönemlere ayrılabilir. Bu süreçte, her aşama devamlı artan üretici güçlerce erişilmiş düzeyi yansıtır ve ona tekabül eden toplumsal durumları olgunlaştırır. Verili bir toplumsal durumlar kümesinin, yeni ve büyüyen üretici güçlerin taleplerine toplumsal, ekonomik ve siyasi alanlarda uyumsuzluğa yol açmadan cevap vermekte yetersiz kaldığı anda, bu koşullar devrimci eylem aracılığıyla aşılır.
Toplumsal gelişimin tümü, son kertede, toplumsal insan ile tabiat arasındaki etkileşim sürecine dayanır. Varoluş [being] ile bilinç, tabiat ile insan arasında insan emeği dolayımından doğan çelişki, tabiat, toplum, insan ve bilinçte gittikçe daha da çok gelişime ve değişime öncülük eder. Gelişme süreci dahilinde bu büyük çelişki içerisinden, daha dar toplumsal çelişkiler evrilir, ki bunlar da sonuçta ilerici toplumsal hareketleri devrime giden yola ileri iterler.
Geçmiş boyunca üretici güçlerin gelişimi sınıfların yükseliş ve düşüşleriyle sıkı sıkıya bağlı olduğundan, geride bırakılan tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olarak değerlendirilmesi zorunludur. Nitekim, feodalizm altında manüfaktürün gelişimi, belli bir seviyede, toplumsal alanların tümünde devrimci bir ifade bulan bir geçiş sürecine, feodalizmin aşılmasına ve kapitalist toplumun doğmasına yol açmak mecburiyetindeydi.
Çelişkinin ifadesi, materyalist diyalektik, Marksizmin felsefi kuramı ve aynı zamanda tüm gerçek hareketin yasası, tüm çelişkilerde birliği arar – ne var ki, bu yüzden çelişkileri birbiriyle karıştırmaksızın – ve zıtlıkların kendiliğinden hareketleri içerisinde ilga edilişlerini görür: yani, kendisi de zıddını üretmek ve aşmakla mükellef olan üçüncü bir forma çözülüşlerini. Marksist analiz başlangıç noktası olarak sermayeyi aldığından, kapital tez olur, ki antitezi de proletaryadır. Olumsuzlamanın olumsuzlanmasının diyalektik yasası senteze götürür. Bu ancak komünist toplum olabilir, ki komünizm ne kapital ne proletarya tanır zira ikisini de somut formlarında soğurmuş ya da içinde çözmüştür. Bu, yalnızca toplumsal bir kabuğun düşmesidir; ve tarihsel mülkiyet ilişkilerinin ürünü olduğundan bu kabuk ancak kapitalizmde somut bir gerçekliğe bürünebilir. Tarih, hakikate dair her şey gibi diyalektiktir, dolayısıyla hudutsuzdur. Hiçbir sorun tarihsellik dışı bir karaktere sahip değildir. Marksizm kendini mutlak bir şey olarak değil, kapitalist toplumdaki sınıf mücadelesinin kuramı olarak arz eder.
Marksizmin baktığı yerden bakınca, sermaye ile emek arasındaki çelişki günümüz toplumunun hem başlangıcı hem de sonu olmakla kalmaz, aynı zamanda o toplumun ilerleyen gelişimi yalnızca bu çelişkinin büyümesi ve keskinleşmesinde görünür olur. Sermaye emek-gücünün sömürüsünün neticesi olduğundan , sermayenin büyümesiyle, yani bu tarihsel dönemdeki toplumsal ilerleme sürecinde, işçilerin sömürüsü kaçınılmaz olarak giderek daha da yoğunlaşmak zorundadır. Eğer mevcut sistemde emek-gücü sömürüsünün olanakları sınırsız olsaydı, kapitalist toplumun son bulmasını beklemek için bir sebep olmazdı. Ama proletaryanın büyümesiyle sınıf mücadelesi de artar, zira gelişimlerinin bir noktasında artık işçilerin üretici güçleri kapitalist biçimde kullanılamaz. Bu noktada proletarya, kendi çabasıyla mevcut toplumsal ilişkilerin yıkılması için uğraşan ve bunu başaran devrimci bir güce dönüşür.
Proletaryanın varlığında toplumun diyalektik hareketinin gerçekleşmesini gören Marksizm, kuramsal meşruiyetini genel anlamda iktisadi gelişimin, özel olaraksa kapitalizmin yasalarına dayandırır. Kapitalist üretim ilişkileri salt tabiatça (emeğin bir kökeni olarak toprak) ya da toplumsal faaliyetçe belirlenmiş değildir, tersine bu doğal koşullar da kapitalist toplumsal ilişkilere tabidir. İnsanların sorunları, onların insanlar olarak gereksinimleri açısından değil, kapitalist kâr gereksinimleri açısından düzenlenir. Kapitalist toplumdaki belirleyici faktör kullanım-değerlerinin değil sermayenin üretimidir, ki bu ikincisi üretim yapan makinaların devindirici gücüdür. İnsan refahının kapitalistlerin özel çıkarlarına bu şekilde dayanıyor olması, işçilerin üretim araçlarından ayrıştırılması ile mümkün olmuştur. İşçilerin, emek-güçlerini satmak dışında bir yaşama yolları yoktur. Emek-gücünü satın alanlar, ki bunlar aynı zamanda üretim araçlarının sahipleridirler, bu gücü salt kapitalistler olarak kendi özel çıkarlarını ilerletmek için satın alırken, bunun toplumsal sonuçlarına aldırış etmezler.
Gördük ki, bütün toplum formlarında ilerici gelişme, üretim araçları ve yöntemlerinin giderek daha fazla miktarda ürünün giderek daha az emekle üretilmesini sağlayacak biçimde süregelen gelişimiyle ifade edilmektedir. Kapitalizm içinde bu süreç kendini, üretim araçlarına yatırılmış sermayenin emek-gücüne yatırılmış sermayeye kıyasla daha hızlı büyümesi şeklinde gösterir. Sermayenin üretim araçlarına yatırılan kısmına sabit sermaye deriz, zira bu hâliyle büyüklükte bir değişime imkân sağlamaz; sermayenin işçilere ücret olarak giden kısmına da değişken sermaye deriz, zira sermayenin bu kısmı halihazırda mevcut olan değerlere bizzat emek dolayısıyla yenilerini ekler. Böylece kapitalizm altındaki toplumsal üretici güçlerin, değişken kapitale nazaran sabit kapitaldeki süratli artış şeklinde ifade bulduğu görünür.
Sermaye ve dolayısıyla onun maddi formu, üretim araçları ve emek-gücü, ancak üretim araçlarının sahiplerine kârlı göründükleri sürece kapitalist biçimde işlev görebilir. Salt sermaye olarak faaliyete geçtiklerinden, kendilerini de sermaye olarak yeniden üretmek zorundadırlar, ki bu kapitalist temelde ancak birikim yoluyla olasıdır. Birikim için fonların, ek üretim araçlarıyla emek-gücünün ve dahası kapitalistlerin kârlarının türetildiği şey olarak artık-değer; ücreti ödenmemiş emekten başka bir şey değildir. İşçilerin ürünlerinin bu kısmı, onlar tarafından tüketilmeyen ama onlardan alınan kısmıdır. Şu hâlde, artı değer münhasıran sermayenin değişken kısmından türediği için ve bu değişken kısım da birikimdeki ilerlemeye nazaran gerilemek zorunda olduğu için; artık-değer mutlak olarak artsa bile, birikime kıyasla, matematiksel bir kesinlikle devamlı azalmak zorundadır. İlerleyen birikimle kapitalist kârlılık oranının düşmesine yol açan bu çelişkili hareket, (kâr oranı sabit ve değişken total sermaye üzerinden hesaplanır) – sermayenin organik bileşiminin büyümesi olarak tabir edilen süreç – lakin, kapitalist gelişimde belli bir noktaya kadar hiç sakıncalı değildir çünkü gelişimin nispeten düşük bir aşamasında sistem kâr oranının düşmesinden daha hızlı biçimde büyümeye kabildir, ya da başka bir deyişle eldeki kâr kütlesinin artmasıyla kâr oranındaki düşüşü telafi edebilir. Fakat, bu olasılık, en az diğer başka meseleler kadar tarihseldir.
Birikim gerçekleşmelidir, ve kâr oranı bu birikim neticesinde ne kadar düşerse birikim o denli çok olmalıdır. Birikimin çıktığı kapıdan kriz girer; krizin çözülmesi de birikime, üstelik ancak ve ancak devamlı yükselen bir hızda artan bir birikime bağlıdır. Kapitalist gelişimin görece yüksek bir seviyesinde birikime içkin tempo, mutlak biçimde şişmiş kâr kütlesinin daha fazla birikime yönelik talep karısında çok küçük kaldığı bir ölçüde bir birikim ilerlemesi gerektirirse, o zaman birikim mecburen durur ve patlama krize dönüşür. Diğer bir deyişle, kapitalist birikim, bütün toplumun ona göre koşullandığı kendi emelleri için, işçiler tarafından üretilen artı değerin giderek daha da büyük bir kısmını yutar; ve yutulan bu artı değerin büyümesine rağmen gelişimin yüksek bir noktasında birikimin taleplerini karşılamakta yetersiz kalmak zorundadır. Birincil sebebinin kullanım-değeri ile mübadele-değeri arasındaki, sermaye ile emek arasındaki çelişkide görülmesi icap eden bu kapitalist birikim yasası, ilgili tüm ampirik etmenlerce fiilî bir yasa olduğu teyit edilmiş bir yasadır. Birikim, devamlılığı için elde yeterince artık-değer olmaması gerekçesiyle durma noktasına gelirse, o zaman sermayenin, taleplerini karşılayamayacak olmakla birlikte yine de birikim için ayırılmış kısmı, öylece yatar ve kâr getirecek yatırım olasılıklarını beyhude bekler. Burada karşımızda, sermaye kıtlığının, yatırım olarak dönecek yer bulamayan sermaye bolluğuna yol açması paradoksu çıkar. Henüz bir alım gücü noksanlığı yoktur, fakat, kapitalist anlamda bu alım gücünün kullanılacağı bir yer de bulunmaz zira bu açıdan bakınca kâr getirici olmadığı için önemsizdir.
Birikim devam ettirilmezse, vaziyet mecburen insani etkinliklerin tıkanıp kalmasına yol açar. Daha fazla birikim için gereken metalar alıcı bulamazlar. Bu metalar kullanılmadan yatarken, aşırı-birikimden dolayı metaların genel aşırı-üretimi meydana gelir; bu koşul da sosyal hayatın her alanında işletmelerin kapanması ve felç olmasıyla, dolayısıyla da işsizliğin fevkalade artmasıyla ifadesini bulur.
Kriz aynı zamanda kendisinin üstesinden gelmeye gayret eden kimi eğilimler de getirir. Sermayenin (artmış olan) organik bileşimi iflaslar ve devalüasyonla yok olan sermaye tarafından düşürülür. Sermayenin ihracı ve yoğunlaşan emperyalist iştirakler dolayısıyla, artık-değer için yeni ek kaynaklar yaratılır. Çalışma yöntemlerinin genel rasyonalleştirilmesi, üretim sürecinde teknik yenilikler yapılması, daha ucuz hammadde kaynakları, dahası işçilerin yoksullaştırılması ve orta sınıfın mülksüzleştirilmesi vs. aracılığıyla, artık-değerin niceliği daha fazla birikim talebini karşılayacak şekilde adapte edilir. Kriz esnasındaki tüm çabalar kâr getirici kapitalist operasyonu daha düşük fiyat ve değer düzeyinde yeniden canlandırmaya hizmet eder. Bu gerçekleşirse yeni bir sıçramanın önünde hiçbir şey duramaz, lâkin, belli bir zaman sonra tekerrür eden aşırı-birikme neticesinde, yeni bir krize düşülmesi de bir o kadar mecburidir. Bu faktörlere biz, kapitalizmin çökmemesine yönelik karşı-eğilimler ismini veriyoruz.
Fakat, başka her şeyde olduğu gibi, bu karşı-eğilimler de tarihsel bir tabiata sahiptir. Kapitalist gelişmenin belli bir noktasında, bu faktörlerin krizlerin aşılması yönündeki etkileri son bulur. Ya daha fazla birikim talebine karşılık çok güçsüz kalırlar, ya da daha önceki birikim sebebiyle zaten tüketilmiş olurlar (örneğin, kapitalist yayılmanın dünya etrafındaki yürüyüşünü tamamlamadan çok önce objektif sınırlarına dayanması). Dahası, kapitalist modernleşme [rationalization], görülen odur ki, hatalı modernleşmeye [mis-rationalization] yol açar, ve teknik devrimler de kapitalist sınırlara tabidir. Ne ücretler uzun süre işçilerin kendilerini yeniden-üretme bedellerinin altında tutulabilir, ne de orta-sınıf bileşenleri tamamen mülksüzleştirilebilir. Tekelleşme sermayenin gelişme olanaklarına daha da ket vurur, ve emperyalist teşebbüsler giderek daha da kuşku uyandırıcı hale gelir. Lakin Marksistler açısından, karşı-eğilimlerin nasıl ya da ne zaman etkisizleşeceğinden bağımsız olarak, kapitalizmin geçmişteki kriz döngülerinin, kendisinin aşmaya kabil olmadığı bir kalıcı krize yol vereceği bir noktaya varmak zorunda olduğu açıktır.
Kapitalizmin bu kalıcı krizi, ya da ölüm krizi herhangi bir karşı-eğilimle kısıtlanamayacak duruma gelmiş bir krizdir – bir krizdir ki, çökmeye doğru olan eğilim kaçınılmaz sonucuna gider. Lâkin burada bile karşımızda tek bir olay değil, bir süreç, bütün bir tarihsel dönem vardır. Böylesi ekonomik koşullar içinde proletaryanın, kapitalist gelişimin tamamına eşlik eden nispi yoksullaştırılması mutlak, genel ve kalıcı olmak durumundadır. Kapitalizmin geliştiği (çöküş öncesi) dönemde ücretler yükselmiştir, çünkü aynı zamanda işçilerin yeniden-üretiminin bedeli de devamlı yükselmiştir, ürettiklerine nazaran kendilerine düşen giderek azalmış olsa da. Kalıcı krizde ise, işçilerin yaşama koşulları mutlak ve kesintisiz bir şekilde kötüleşmeye mahkumdur.
Kalıcı kriz koşulları, devrimci emek hareketinin nesnel dayanağını oluşturur. Sınıf mücadelesi daha da keskinleşir ve daha açık biçimler alır. Diğer yandan, yönetici sınıf tarafından kullanılan baskı araçları bu yeni koşullara göre uyarlanır. Kapitalizmin gelişme döneminde “biçimsel demokrasi” toplumsal mekanizmanın sorunsuz işlemesi için yeterli olmuşken, kalıcı krizde kapitalizm açık diktatörlüğü benimsemek zorundadır. Gelişimin görece yüksek bir safhasında “demokrasi”nin yerinde, bugün faşizm denilen bir politik biçim peyda olmakta. Faşizmin ideolojik temellerinin yoksullaşmış orta sınıfça oluşturulduğu gerçeği, faşist hareketin yalnızca tekelleşmiş sermaye çıkarına çalıştığı gerçeğini değiştirmez. Kalıcı krizde bile sürmeye devam eden kapitalist yoğunlaşma, orta düzey kapitalistleri bile yoksullaştırmaya mecburdur. Bu yüzden orta sınıf içerisinde yükselen enerjiyi tekel sermaye kendi çıkarları için devşirir. Küçük-burjuvanın belirli kesimlerine, işçilerin aleyhine kimi imtiyazlar bahşedilir, lakin bu imtiyazlar gelip geçici karakterdedir.
Yozlaşmış orta-sınıf tetikçileri ve onların ideolojik tesiri altındaki bir kısım işçinin yardımıyla işçi örgütlenmeleri yok ederek ve işçilerin kısıtlı “demokratik” siyasi özgürlüklerini ortadan kaldırarak kapitalizm, kalıcı kriz esnasında bile devamlılığını sağlama aldığını düşünmektedir. Ama terörizm aracılığıyla, işçiler siyaseten atomize olmuş olsalar bile, onların büyük kitleler hâlinde toplaşması endüstriyel üretim için gereklidir. Emek hareketlerinin eski biçimlerinin imhasıyla birlikte, yeni biçimler ortaya çıkmaya mecburdur ve bu biçimler diğer ifade araçlarından yoksun bırakıldıkları için, kendilerini bizzat çalışma alanında ifade etmek zorundadırlar ki bu onların güçlerini bin kat artırır. İşçi konseyleri hareketi, devrimin örgütsel biçimi, böylece bizzat kapitalizmin kendi yarattığı koşullardan doğal olarak vücuda gelir. Kesintisiz tedhiş, aynı zamanda işçiler için siyasi bir öğreticidir. Kapitalizm, kendi mezarını kazacak proletaryayı üretmekle kalmayıp; aynı zamanda proletaryaya nasıl başarılı bir şekilde kavga verebileceklerini de gösterir.
Büyük kitleler hâlinde işçiler asla devrimci bilinç edinemeyecek olsalar da, yaşamak için sermayeye karşı kavgaya girişmek zorundadırlar. Ve kalıcı kriz koşullarında varlıkları için mücadele ettiklerinde, bu kavga, ideolojik niteliğinden bağımsız olarak, ancak kapitalist sistemin aşılmasına doğru yönlendirilebilecek bir kavgadır. Başarılı devrimci yıkıma değin, proletarya insanlık dışı ve devamlı kötüleşen koşullar altında yaşar ve bundan kurtulmanın da tek yolu komünizmdir; bu, kapitalist üretim ilişkilerinin aşılması ve üretim araçlarındaki özel mülkiyetin lağvedilmesi demektir ki bu ücretli emeğin lağvedilmesiyle aynı anlama gelir.
Marksizm sadece proletaryanın varoluşu ve onun toplumdaki konumundan sürgün vermiş bir kuram değildir; Marksizm sermaye ve emek arasındaki fiilî sınıf mücadelesidir, bu da işçilerin, ifa edecek olsalar da olmasalar da, farkında olsalar da olmasalar da, Marx’ı bilseler de bilmeseler de, şayet kendilerini korumak ve aynı zamanda insanlığın genel ilerlemesine hizmet etmek istiyorlarsa Marksizmle örtüşmeyen bir biçimde davranamayacakları anlamına gelir. Marx kendisi Hegelci diyalektiği hayata geçirmiş, yani gerçek, somut hareketi diyalektik olarak teşhis etmiş olsa da, Marksizm sadece savaşan proletarya aracılığıyla hayata geçirilebilir. Marksist, Marxçı kuramlara iyi hâkim olan kişi değildir; Marksist bu kuramları hayata geçirmeye çabalayandır. Tek bir kelime olarak Marksizm, salt bir dünya görüşü değildir; Marksizm yaşayan, savaşan proletaryadır.
Yazının İngilizce hâli şu bağlantıda mevcuttur:
Comments