Burjuva Ailesi Çöküyor Olabilir Ama Proletaryanın Korkması Gereken Bir Şey Yok
- akintiyakarsi1
- 8 Tem 2021
- 11 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 18 Nis 2022

Burjuva düşüncesinin merkezinde birey bulunur. Onun açısından özne tekil bireyler, eylemleri belirleyen güç de onların dürtü, arzu ve düşünceleridir. Bu yüzden kapitalist üretim ilişkileri toplumun artı-değer ve meta fetişizmi rotası dışında yeniden üretimini imkânsız hale getiren engellere dönüşür, şiddet artık daha görünür olur, burjuvanın doğal eğilimi 'suçlayacak' tekil bireyler aramak haline gelir. Meta fetişizminin toplumsallığı aşındıran etkisi birey-özneyi yaratan koşulların da perdelenmesi anlamına gelir. Bütün insan ilişkileri artık şiddet ve baskıyı içermektedir. Ama bu insan ilişkilerinden çıkmak da mümkün değildir. Bütün özneler suçlu olduğuna göre öznelerin hepsini dağıtan ve yıpratan sonsuz bir yargılama, suçlama ve suçluluk döngüsü bireyleri çözer. Son ayakta kalan olabilmek için, yani kendi dışında bir birey-özne kalmayıncaya kadar herkes herkesle savaşır. Bu olanaksız bir fasit dairedir.
Bu bireyci yaklaşımın Sovyetlerin çöküşüyle beraber burjuva solunun bütün kesimlerini etkisi altına aldığını söyleyebiliriz. 1990 öncesinde devlet kapitalizmini ve Stalinizmi bir tür 'proletarya diktatörlüğü' ya da 'işçi iktidarı' gibi tanımlayan burjuva solunun Troçkist, Stalinist vb çeşitli kesimleri 1990’lar boyunca önceden zaten çarpıtıp içini boşalttıkları Marksist kavramlardan tümüyle uzaklaşmak için yoğun bir çabaya girdiler. Önce devlet kapitalizmini sosyalizm diye satmaya çalışan bu zavallı burjuva sol, savundukları devletlerin iflası ortaya çıkınca batan gemiden kaçmaya çalışan ilk fareler olmakla kalmadı, aynı zamanda Marksizmi yenileme ya da tümüyle çöpe atma yarışının da başlatıcıları oldu.
İşte tam bu noktada burjuva solu kendini bireyci projelerin içinde buldu. Kısa bir süre içinde, kapitalizmin soldan idaresini savunan burjuva solunun uzman kadroları, eski kitle partilerin ve sendikaların da 'küçülmeye' gitmesi ile kendilerini yeni 'yeşil' partilerde, tekil mesele aktivizmlerinde, LGBTİ+ ve feminist 'projeler' içinde buldular. Burjuva solunun sınıf mücadelesini sabote etmekteki deneyimini israf etmek istemeyen devletler ve sermaye eski 'profesyonel sol' kadroların en 'cutting edge' olanlarını çeşitli kampanya, proje ve 'çalışmalar' yoluyla yeniden istihdam etti. İnsanlık için evrensel bir gelecek, kurtuluş inşası fikrini lafta bile savunmayı bırakarak toplumsal ufkunu bu tekil mücadelelere indirgeyen burjuva sol için böylece 1960’larda aktivist kampanyalar dönemi tohumlarından yeşererek hızla serpildi.
Zamanla bu kampanyalar bile fazla 'toplumsal' hale geldi. Bugün burjuva solunun büyük bir bölümü için artık tekil bireylerin yargılanması, ifşa edilmesi ve devlet tarafından cezalandırılması dışında pek bir toplumsal çözümleme ve programdan bahsetmek imkânsız. Sosyal medya kampanyaları, dramatik olayların duygu sömürücü biçimde üçüncü sayfa haberi gibi gündemleştirilmesi vb. girişimler bugünkü burjuva solunun görünümüdür. Sağın ahlaksal panik dilini devralan burjuva sol, toplumsal ilişkilerin ve çelişkilerin soğuk kanlı ve tutarlı çözümlenmesini tümüyle bir kenara bırakarak 'kötüleri' devlete yakalatmak ve bunun için polisi ve mahkemeleri kullanmak gibi yöntemlere kendini adamış durumda. Devletle girilen bu açık ittifak burjuva solunun karakterini herkesin görebileceği biçimde sergilemenin yanında, günümüzde gelişen anti-sosyal ve dejenere bireyciliğin yarattığı tehlikeleri de ortaya seriyor.
Bu yüzden ne zaman bir kadın öldürülse, cinsel taciz ya da tecavüze maruz kalsa, ne zaman bir çocuk cinsel istismara uğrasa, tüm burjuva solu ve birçok feminist grup her defasında aynı söylem etrafında bir araya geliyorlar: Var olan hukuksal düzenlemelerin yetersizliği. Dolayısıyla bu gruplar çözüm olarak aynı şeyleri tekrarlıyorlar. Bunu en güncel olarak İstanbul Sözleşmesi etrafında sürdürülen ya da yakın zamanda iki çocuğun ebeveynlerince cinsel taciz ve istismara maruz bırakıldıkları Elmalı davası sonrasında yürütülen kampanyalar etrafında kümelenen tartışmalardan açık bir şekilde görebiliyoruz.
Burjuva solu, burjuva hukukunun işleyişini kavrasa, hatta Marksizm adı altında bunun eleştirisini yapsa dahi, bunu hukuksal bir eksiklik ekseninde tartışarak, kadın sorununu ve genel olarak ezilen cins/cinsiyet/yönelimlerin sorununu tarihsel ve sınıfsal bağlamından koparmış oluyor ve sorunun asıl kaynağı olan sınıflı toplumu, kapitalist üretim ilişkilerini ve özel olarak da aile kurumunu; dolayısıyla patriyarkayı korumuş ve yeniden üretmiş oluyor.
Kadının sistematik olarak ezilmesi, şiddet görmesi, taciz ve ihlâl edilmesi ve öldürülmesi insanlığın artı-değer üretmeye başlaması, özel mülkiyetin ve miras hakkının ortaya çıkmasından bağımsız düşünülemez. Patriyarka, Engels'in ifadesiyle sınıflı toplumun en eski biçimi ve bir toplumsal baskı aracı olarak bugün kapitalizme, genel olarak da sınıflı topluma içkindir. Dolayısıyla, kadın sorununu hukuksal düzenlemelerin eksikliği etrafında tartışmak kadın sorununu ve genel olarak ezilen cins/cinsiyet/yönelimlerin sorununu burjuva aygıtlarla, kapitalizm içi reform ve demokratik ilerlemelerle çözülebileceği illüzyonunu yaratmaktadır. Bu illüzyon aynı zamanda kadın proleterleri patriyarka ile olan öncelikli kavgalarında, sınıf ittifaklarına angaje ederek sınıf mücadelesinin dışına çekiyor. Patriyarka ile mücadeleyi sınıflar arası kadın dayanışmasına indirgeyen feminizm bu şekliyle proletaryanın tarihsel misyonu önünde engellerden biri olarak durmuş oluyor.
Elbette birileri bu fikirleri 'bilindik Marksist dogmaların sıkıcı tekrarı' olarak yaftalayabilir. Gel gelelim, meseleyi bireysel özgürlükler ve hukuki yaptırımlar çerçevesine sıkıştırmadan okumaya çalışan feministler bile, daha radikal analizler yapma cüreti gösterebiliyor. Bu doğrultuda Kristin Bumiller'in ABD'de ev içi şiddete karşı devletin müdahalesini ve gücünü artıran yasaların sonuçlarına dair yaptığı çalışmaya bakabiliriz. Bumiller, 'In an Abusive State' adlı çalışmasında kadına karşı şiddet hareketinin nasıl devlete eklemlendiğinin derinlikli bir çözümlemesini yapıyor. Örneğin 1960'larda tamamen devletten bağımsız ve karşılıklı yardımlaşma hedefi gözetilerek kurulan sığınma evlerinin, zamanla devlet güdümüne girdiğini söylüyor. Bumiller'e göre, kadın sığınma evlerini idare eden aktivistler finansal bağlarla devletin çalışanlarına ve uzantısına dönüşmüş, devleti hedef alan politik eleştirilerini törpülemiş ve kadınların hayatına devletin müdahalesinin unsurları olmuşlardır. Benzer şekilde, patriyarkal şiddetten kaçmak isteyen kadınlar, Bumiller'in tabiriyle kadınları ‘çaresiz mağdurlar’ olarak gören bir devletin kontrolünde, 'hastalara', 'terapi' nesnelerine dönüşmüştür. Buna göre özellikle tek ebeveynli ailelere bakmak zorunda kalan kadınlar devletin gözünde 'yetersiz' ve 'patolojik' bireyler muamelesi görürler. Böylece patriyarka ve aile sorunu sloganların ötesinde somut ve programatik düzeyde silinir, aktivistler eleştirilerini şiddeti kriminal, tıbbi-psikolojik ve yasal bir soruna indirgeyen devletin ve egemen sınıfın ajandasıyla uzlaşmış olurlar. Patriyarkayı yeniden üreten iktidar ilişkileri ve maddi üretim ilişkileri örtülür. Ailede babanın yerini alan devlet, yargı ve polis yoluyla kadınların yeni gardiyanına, vasisine dönüşür.
Türkiye'deki durum Bumiller'in tanımladığından pek farklı değil. Kısa süre öncesine kadar İstanbul Sözleşmesi’nin imzaya açıldığı, hatta bu sözleşmeyi ilk onayan ülke olan Türkiye’de bu süre içinde kadın cinayetleri üzerindeki tartışılır nicel etkisi bunun en açık göstergesidir. Burjuva solunun ve sivil toplum kuruluşlarının, buna yönelik koruyucu yasalar olmasına rağmen durumun değişememesini yasaların uygulanamıyor oluşu ile açıklamaya çalışmaları elbette şaşırtıcı değildir. Yasaları koyan, kaldıran, uygulayan, uygulamayan, geri adım atması beklenen ya da yardım beklenen iradenin devletin bizzat kendisi oluşu bu ve benzeri sözleşmelerin sembolik niteliğini göstermektedir.
Kaldı ki, Türkiye’de bu anlaşmanın çerçevesi dışında iken bile kadın cinayeti failleri, istismarcılar ve tecavüzcülerin sembolik cezalar alıp çıktıkları, hatta zaman zaman tutuklu yargılanıp hüküm dahi giymedikleri bir düzen mevcuttu. Yine kaldı ki, uygulansalar bile yasaların devletin hantal hukuk mekanizmaları içinde geniş kadın proleter kitlelere ulaşamadığını görmek de zor değildir. Öte yandan talep edilen hukuksal düzenlemeler, demokratik iyileştirmeler, etkin biçimde uygulansalar dahi kadın ve ezilen tüm cins/cinsiyet/yönelimleri en fazla hetero erkek seviyesine çekmeyi hedefleyebilir, ki kapitalizm altında ‘özgürlüğü’ sınıfsal aidiyetten yalıtılmış şekilde ele almanın ne kadar saçma olduğu aşikardır. Bu durum tam da burjuvazinin insanlık için artık hiçbir ilerleme gösteremeyeceğinin tipik bir örneğidir.
Hukuksal anlamda eşitsizlik ve adaletsizlik gibi burjuvazinin sorunun kaynağını gizleyerek çarpıttığı diğer bir nokta ise ailedir. Burjuva solunun aile kurumu üstündeki pratiğini eleştirmek aşağıda bahsedeceğimiz ikili karakterinden dolayı daha da zordur. Bir yandan muhafazakâr grupların ahlaksal ve özcü panik dilini devralan burjuva sol aileyi korurken, öte yandan aile eleştirisini yukarıda bahsettiğimiz nihilist, bireyci bir noktadan yapmaktadır. Bunu en çarpıcı bir şekilde Elmalı davasında görebiliyoruz.
Burjuva solunun ahlakçı kanadı açıkça kutsal aileyi koruma tavrındadır. Nasıl ki burjuva solu adaletsizliği ve hukuksuzluğu temel sorun olarak göstererek hukukun ve ceza sisteminin önemini kutsuyorsa, genel olarak burjuva solunun bahsi geçen kanadı sorunu çarpık aile ilişkilerine indirgeyerek “sıcak, huzurlu bir aile” idealinin önemi vurguluyor. İçinde bulunduğu aile kurumunun meydana geliş koşullarını sorgulamadan salt hukuksuzluktan dem vurmaları burjuva solunun bu kanadı için hiç de şaşırtıcı değildir. Mevcut hukuk sistemine içkin sorunların yeni yasalarla düzeltilebileceğini anlatan burjuva, “sağlıklı bir aile”nin de bu yönde bir çözüm olacağı masalını anlatmaktan da geri durmuyor. Bu tam da aile kurumunun ve dolayısıyla patriyarkanın burjuva solu eliyle yeninden nasıl üretildiğinin bir örneğidir. Halbuki Marx ve Engels’in Komünist Manifesto'da söylediği gibi: “Burjuvazi, aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir...Günümüzdeki aile yalnızca burjuvazi için vardır”. Yine Komünist Manifesto’dan yerinde bir referansla, “Proleterler arasındaki bütün aile bağları büyük sanayinin sonucu olarak kopup parçalandıkça ve çocuklar basit birer ticari mal ve emek aracına dönüştükçe burjuvazinin aile ve eğitimden, ana baba ile çocukların sıcak ilişkisinden dem vurması bir kat daha iğrençleşiyor”
Fakat tıpkı ailenin kutsanması gibi, ailenin kapitalist toplumda 'bireyin özgür gelişiminin önünde bir engel' olarak eleştirisi de hegemonik liberal perspektifin öbür yüzünü oluşturur. Ailenin komünist eleştirisinden farklı olarak, burjuva solunun bu 'nihilist' kanadı, aileyi kapitalist toplumsal ilişkileri yeniden ürettiği için değil yeterince başarılı üretemediği için, gerçek anlamda kapitalist bireyin içinde gelişemeyeceği kadar 'sınırlı' bulduğu için eleştirir. Aile kurumuna dair Marksist tutum, ailenin 'birey' olmak önünde bir engel teşkil etmesine değil, kapitalist üretim ilişkileri ile eşgüdümlü gelişmiş bir toplumsal örgütlenme biçimi olduğu ölçüde kapitalist ilişkileri ve yapıyı yeniden üretmek konusundaki kaçınılmaz katkısına işaret eder. Zira ‘birey olma’ nosyonu burjuva diktatörlüğünün tahkimi ile belirlenen koşullarda ortaya çıkmış, içeriğini de o doğrultuda kazanmıştır. Bu hatta üretilen söylem yine burjuva diktatörlüğünün kavramsal gemleri içerisinde hareket edildiğinin itirafı niteliğinde olup, paradoksal bir biçimde narsistik bir toplumsallık öne sürmektedir.
Burjuva solunun bu kanadı içinde toplumsal sınıflar, dayanışma gibi kavramlar çoktan gündemden düşmüştür. Bu anlamda aslında sınıfın dağılması, her koyunun kendi bacağından asıldığı, herkesin başkasının kurdu olduğu, toplumsallaşmayı dışlayan tehlikeli bir eğilimi de ortaya koyduğu için yine de ciddiye alınmayı gerektirir. Ailenin eleştirisindeki amaç, içindeki meta ilişkilerini açığa çıkarmak, ve Engels’in şu sözlerinde anlattığı gibi onu iktisadi bir birim olmaktan kurtarmaktır: “Üretim araçları toplumsal mülkiyete geçtikten sonra, karı-koca ailesi, toplumun iktisadi birimi olmaktan çıkar. Özel ev ekonomisi, toplumsal bir sanayi haline dönüşür. Çocukların bakım ve eğitimi bir kamu işi olur; toplum, meşru ya da gayrimeşru, bütün çocukların bakımını üzerine alır.”
Aileyi Kim Yıkıyor veya Komünistler Ailenin Yıkımı İle Neyi Kast Ediyor?
Yukarıda da belirtildiği gibi Marx ve Engels aile ilişkilerinin bizzat kapitalizm tarafından çözüldüğünü ve eski aile formunun maddi temelinin halihazırda sermaye ve ücret iş ilişkileri tarafından ortadan kaldırıldığını savunuyordu. Bu noktayı biraz daha açalım. Kapital'de Marx modern endüstrinin ve makine temelli iş bölümünün gelişmesiyle eski, zanaatkar işçinin yerini 'kitlesel' işçinin aldığını savunur. Buna göre işçinin uzmanlığı genel kolektif üretim sürecinin örgütlenmesi tarafından soğurulur. Makine yüzünden artık ustalık ve yetenek aranan nitelikler olmaktan çıkar. Burada elbette sadece fabrikayı düşünemeyiz. Makine bütün iş türlerine şu ya da bu ölçüde girmiştir. Örneğin güzel el yazısı, önce daktilo sonrasında da bilgisayarlar tarafından gereksizleştirilmiştir. Buna paralel olarak ilk defa 19. Yüzyıl sonunda kadınlar ofis işlerine öncelikle sekreter ve düşük kademeli ofis çalışanları olarak girmiş, önceden erkeklerin egemenliğinde olan kalem işlerindeki cinsiyet tekeli hızla, aşağıdan yukarı doğru yıkılmaya başlanmıştır.
Elbette bu süreç cinsiyetler arasında bir eşitlenmeyi getirmemiş, tersine her türlü sömürü ve şiddeti görünür kılmış, artırmış ve yaygınlaştırmıştır. Örneğin fabrika üretimi düzeyinde kolektif emekçinin, yani kadın, çocuk, kalifiye olmayan işçinin iş sürecine dahil olmasının sonuçlarını, bizzat İngiltere parlamentosunun araştırma komitesi raporları üzerinden inceleyen Marx, Kapital'de şöyle yazıyordu:
"...“evde çalışma”ya yönelik her tür düzenleme, kendisini hemen patria potestas’a (babanın iktidarına), yani modern ifadesiyle ebeveynlerin otoritesine yönelik bir doğrudan saldırı olarak gösterir; bu, yufka yürekli İngiliz parlamentosunun uzun süre atmaktan kaçındığı bir adım olmuştur. Ama en sonunda, gerçeklerin baskısı altında, büyük sanayinin, eski aile biçiminin ekonomik temeli ve buna karşılık düşen aile çalışması ile birlikte eski aile ilişkilerini de çözdüğünü kabul etmek zorunda kalındı. Çocuk haklarının ilan edilmesi gerekiyordu. “Ne yazık ki”, deniyor “Child. Empl. Comm.’un 1866 tarihli son raporunda, “tanık ifadelerinin bütününden şu sonuç çıkmaktadır: her iki cinsten çocukların kendilerine karşı korunmaya muhtaç oldukları kimseler, herkesten önce kendi ana ve babalarıdır.” Genel olarak çocuk emeğinin, özellikle de ev sanayisinde harcanan emeğin, ölçüsüz bir biçimde sömürülmesini sağlayan sistem, “ana ve babaların küçücük ve narin çocukları üzerinde, hiçbir sınırlama ve kontrole bağlı olmaksızın, keyfî olarak ve kötüye kullanılan bir kudrete sahip olmaları sayesinde ayakta tutulmaktadır. ... Ana ve babaların çocuklarını, şu ya da bu kadar bir haftalık ücret elde etmek için, düpedüz bir makine gibi kullanmalarına olanak sağlayan mutlak bir güçleri olamamalıdır. ... Çocuklar ve gençler, ana baba haklarının, fiziksel kuvvetlerini zamanından önce tahrip edecek, manevi ve zihinsel kişiliklerini soysuzlaştıracak biçimde kötü kullanılmasına karşı yasama organı tarafından korunma hakkına sahiptir."1
Herkesin ücretli işçi olabildiği, yaşamak için gerekli olan araçlara erişmenin tek aracının para olduğu bir dünyada, çocuklar ve ebeveynleri arasındaki ilişkinin bir sömürü ilişkisine dönüşmesi de normal hale gelmiştir. Feministler ailenin en eski sömürü ilişkisinin yuvası olduğunu söylerken elbette haklılar. Ama ailenin kendisi kapitalizm öncesi bütün sınıflı toplumlarda aynı zamanda bir üretim birimiydi. Aile içi iş bölümü bir üretim birimi içerisindeki iş bölümü ilişkilerini yansıtıyordu: kadın, erkek ve çocuklar arasındaki iş bölümü üzerine kurulu köylü ailesi, genelde çoğu ihtiyacını kendi karşılayan özerk bir ekonomik birim gibi, pazardan bağımsız yaşayabiliyordu. İlk kez kapitalizmle birlikte ailenin bu maddi temeli çözülmüştür. Kapitalizm altında aile artık maddi gerekliliğini yitirmiş, zoraki bir toplumsal biçimdir. Elbette ailenin bir bakım emeği alanı doğru ama bunun gerekli olmaması, karşılıklı olmaması, yani kadın ve çocukların tek taraflı olarak bu emeği yerine getirmek zorunda olmaları aile içerisindeki iş bölümünü daha katlanılmaz, daha zoraki ve daha acımasız hale getirmiştir. Bu durumda aile ilişkilerinin ancak şiddetle sürdürülebilir hale gelmiş gibi görünmesi şaşırtıcı olmamalı. Çünkü yaşamın üretim koşulları toplumsallaşmış, ailenin maddi temeli ortadan kalkmış ama yeniden üretim koşulları, yani çocuğun bakımı ailenin üzerindedir. Marx şöyle devam ediyor:
"Ancak, ergin olmayan emek güçlerinin sermaye tarafından dolaylı veya dolaysız olarak sömürülmelerini sağlayan şey, ana baba haklarının kötüye kullanılması değildir; tersine, ana baba haklarını, bunlara uygun düşen iktisadi temeli ortadan kaldırarak kötüye kullanılır hale getirmiş olan, kapitalist sömürü tarzıdır."2
Eğer ailenin maddi temeli ortadan kalkmışsa, ya da aile bir üretim biçimi olmaktan çıkmış ama ideolojik ve sosyal bir birim, bir kontrol ve disiplin aygıtı olarak varlığını parazitik biçimde sürdürmeye devam ediyorsa bu durumda komünistlerin ailenin yıkımından bahsetmesi hiç de marjinal sayılamaz. O halde, aile bizzat kapitalizm tarafından yok ediliyor. Dolayısıyla, aile formlarını sürdürmek imkansız. Ama aynı zamanda tamamen atomize bireylerden oluşan bir toplum da, tam da aileyi yıkan aynı sebeplerden dolayı, yaşamın üretim koşullarının bizzat dünya çapında birbirinden ayrılamaz biçimde entegre hale gelmesi yüzünden imkansız. Bu durumda yeni ve evrensel toplumsal bir ilişki biçiminin proletaryanın mücadelesinden, toplumsallaşmış üretimi sürdüren sınıfın içinden çıkmasını beklemek zorundayız. Marx, şöyle devam ediyor:
"Eski aile ilişkilerinin kapitalist sistem içinde uğradığı çözülme ne derece korkunç ve iğrenç görünürse görünsün, büyük sanayi, kadınlara, gençlere ve her iki cinsten çocuklara ev alanı dışındaki toplumsal olarak örgütlenmiş üretim süreçlerinde belirleyici roller verdiği kadar, ailenin ve cinsler arası ilişkinin daha yüksek bir biçiminin yeni ekonomik temelini de yaratır. Ailenin Hristiyan-Cermen biçimini mutlak kabul etmek, kuşkusuz, her biri tarihsel gelişimin bir evresini oluşturan eski Roma veya eski Yunan ya da Doğu aile biçimini mutlak kabul etmek kadar saçmadır. Aynı şekilde, her iki cinsiyetten ve her yaştan bireylerden birleşik bir işçi topluluğunun oluşmasının, üretim sürecinin işçiye değil işçinin üretim sürecine hizmet ettiği, kendiliğinden gelişmiş, vahşi, kapitalist biçim altında, çürümenin ve köleliğin veba benzeri kaynağı olsa bile, uygun koşullar altında, tersine, insanca gelişmenin kaynağına dönüşmek zorunda olduğu açıktır."3
Ne Yapmalı?
Kadınların hayatlarını korumakta yeterli olmadığı ayan beyan ortada olan İstanbul Sözleşmesi gibi sözleşmeler ya da toplumsal programlar, ehven-i şeri kabul etmeye her daim hazır olan burjuva solunun yönlendiriciliğiyle bir çözüm olarak görülmemeli; refleksif olmayan, kalıcı ve köklü çözümde inatla ısrar edilmelidir. Ertelemecilikle, hayalperestlikle, kitabi olmakla itham edilerek bizzat burjuva sol tarafından itibar suikastına uğratılan dayanışma, sınıfsal mücadele başlıklarını içeren bir kadın mücadele hattına ihtiyaç vardır. Bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi gibi feminist, burjuva sol kampanyaların açmazlarını ciddiye almak ve eleştirmek, proleter çevreler içerisinde bu tartışmayı derinleştirmek gerekiyor.
Bu elbette kolay olmayacaktır. Burjuva solu eskisi gibi düşmanlarını Marksist jargonu kullanarak eleştirmiyor artık. Kendi işçi düşmanı kampanyalarını eleştirenleri doğrudan özcü argümanlarla suçluyor ve damgalıyor (feministleri eleştirenler 'erkeklikle', ulusal mücadeleleri eleştirenler 'beyazlıkla' veya 'türklükle', hegemonik milliyetçiliği eleştirenler 'ajanlıkla' vs. ). Aşırı sağın dilinin ve yöntemlerinin bu yolla açıkça benimsenmesi burjuva solunun devlete entegrasyonunun ve çürümüşlüğünün derinliğini işaret ediyor. Ama bu aynı zamanda onun proleterlere ve komünistlere karşı ne kadar ciddi bir tehdit olduğunun da ifadesidir. Bu durum da burjuva solunun eleştirisinin hem ne kadar gerekli, hem de ne kadar zor ve tehlikeli olabileceğinin ispatıdır.
Komünistlerin işte tam bu noktada yapması gereken şey bu tarz kampanyaların içeriğini tartışmak ve tartışılmasını sağlamak olmalıdır. Kadın ve erkeğin özgür ve denk bireyler olarak ilişki kurabilmesi ancak patriyarkanın ve kapitalist aile kurumunun yıkılmasıyla mümkün olabilir. Sorun ceza ve hukuk sisteminin yetersizliği değil, doğrudan doğruya ceza ve hukuk sisteminin sonucudur. Sorun “ahlaksız” yozlaşmış aileden kaynaklı olmayıp, ailenin bizzat kendi varoluşundan kaynaklanmaktadır. Fakat bu, burjuva siyasetinin bize sürekli anlattığı gibi ne demokratik reformlarla ne de cinsler arasındaki ilişkilerin cezayla sınırlandırılmasıyla mümkündür. Aile, ancak proletaryanın kapitalizmi yıkıp yerine sınıfsız toplumu kurmasından sonra yerini karşılıklı dayanışma ve eşitlik temelinde gerçek bir insan topluluğuna bırakabilir. Bu da ancak insanlık tarihinin en eski baskı aracı olan patriyarkanın proleterlerin sınıf mücadelesi içerisinde parçalanmasıyla mümkün olacaktır.
Bu 'yıkımdan' kastedilen elbette ailenin zorla ve dışarıdan yıkımı değildir. Tersine, aile, zaten kapitalizmin kriz ve dağılma eğilimleri sonucunda çözülüyor. Birçok ülkede tek eşli patriyarkal burjuva ailesi aynı devletin kendisi gibi kriz içerisinde. Evlenme yaşının ve çocuk sahibi olma yaşının giderek yükselmesi, aile kurumunun maddi olarak proletarya için sürdürülmesi zor ve pahalı bir kuruma dönüştüğünün göstergesi sayılabilir. Bu açıdan hem aile içi şiddetin artışı hem de devletin kadının 'annelik' rolünü korumak üzere aileye müdahalesi, bu kurumun sürdürülemezliğinin ya da ancak zor ve baskıyla korunabildiğinin göstergesi sayılabilir. Dolayısıyla, komünistler ailenin yıkımından söz ederken kapitalizmin zaten yok ettiği, sürdüremediği ama yerine yenisini koyamadığı bu arkaik sömürü ilişkisinin yerine gerçek bir insan toplumsallığını geçirmekten bahsediyor. Elbette komünizmde bireyler arasındaki ilişkilerin alacağı formu bugünden tahmin edemeyiz. Ama özgür ve sömürüden kurtulmuş ilişkilerin maddi temelinin nasıl gelişebileceğini birebir söyleyebiliriz. Buna yönelik olarak proletarya diktatörlüğü kurulduğu andan itibaren bütün toplum ölçeğinde çabucak gerçekleştirebileceği ilk ve somut adımlara dair bazı örnekler şunlar olacaktır:
1- Boşanma ve ayrılmanın kolaylaştırılması- tek taraflı ve sorgusuz sualsiz ayrılma hakkı: partnerinden ayrılmak isteyen herkes için anında, gerekçe beklenmeden ve güvenli konut sağlanması.
2- Bütün çocuk bakımı emeğinin, bütün benzeri bakım ve yeniden üretime dair işlerin tam olarak toplumsallaştırılması.
3- Ev içi emeğin toplumsallaştırılması. Robotlaştırılabilecek bütün ev içi işlerin robotlaştırılması, toplumsallaştırılabilecek bütün yeniden üretim işlerinin toplumsallaştırılması: ücretsiz kolektif kantinler, yemekhaneler, vb.
4- İş saatlerinin radikal biçimde kısaltılması ve toplumsal olarak parazitik işlerin (polis, ordu, bankacılık, sigortacılık, hizmet sektörünün önemli bir kısmı vs. ) ortadan kaldırılmasıyla doğacak boş zaman sayesinde erkeklerin yeniden üretim emeği konularında kitlesel olarak eğitimi.
Ka., Ca., B.E. & İ.
Notlar:
1Karl Marx, Kapital 'Bolüm 15: Göreli Artı Değerin Üretimi'. Yordam sf. 467-8, Sol sf. 466-7.
2Ibid.
3Ibıd.
Comentários