Akıntıya Karşı'nın notu:
Bugün, kapitalizmin insanlığın üretici güçleri karşısında geridönülmez bir engele dönüştüğü çöküş döneminde, proleter devrim, salt bir umut ya da tarihsel bir potansiyel ya da perspektif olmanın ötesine geçerek somut bir olanak haline gelmiştir. Bugünün maddi durumu proleter devrimi her zamankinden çok daha güncel ve zorunlu hale getirmiştir. Ne var ki, Ekim Devrimi ile başlayan dünya devrimi dalgasının yenilgisi akabinde tarihin en uzun karşı-devrimci dalgasına sebep olmuş ve proleter kitleleri uzunca bir süre hareketsiz bırakmıştır. Bu ataletin etkilerini bugün hala yaşamaktayız, öyle ki içinde yaşadığımız yüzyılda, devrimin ancak kitleler aracılığıyla gerçekleştirilebileceği gerçeğini unutabilmekteyiz. Böylesi maddi durumlarda bu gerçek küçük-burjuva fikirlerin arkasında gölgelenmektedir. Anton Pannekoek’un söylediği gibi, maddi durum devrime elverişli olduğunda, ancak kitleler pasif kaldığında ve isyan etmeye hiç meyilli olmadığında, hedeflerine proleterlerin siyasi devriminden başka yollarla ulaşmaya çalışan doktrinler ortaya çıkar. Bu küçük burjuva fikirlerin başında işçi sınıfı adına yapılan bireysel eylemler ve sınıfı ikame eden (devrimci) azınlıkların eylemlilikleri yer almaktadır.
Kitlesel eylemlerden bağımsız olarak ortaya çıkan eylemler sadece yararsız değildir, aynı zamanda, daha tehlikeli olarak proletaryanın bireysel eylemlerle özgürleştirebileceği yanılsamasını geliştirmektedir. Benzer şekilde, bugün bireysel eylemler, ancak işçi sınıfının devrimci eylemliliği ile ortadan kaldırabileceği insanlık sorunlarına aktivist ve kimlikçi çözümler aramanın diyalektik bir sonucu olarak doğmaktadır. Bu küçük burjuva fikirler temelinde kapitalizmin sınıf mücadelesi dışında da baltalanabileceği gibi gülünç argümanlara dayanmaktadır. Öte yandan, proletaryanın ataleti, sınıf çıkarları adına hareket ettiğini iddia eden seçkin azınlıkların oluşturduğu partileri doğurmaktadır. Bu küçük burjuva akımının temel görüşü “sınıfın büyük bir kısmı hâlâ pasif olsa bile, bilgeliğiyle kitleleri peşinden sürükleyebilecek ve katı merkeziyetçi yöntemlerle iktidarı elinde tutma kudretine sahip kararlı bir azınlık aracılığıyla sonuca ulaşılabileceği” argümanına dayanmaktadır.
Sınıf mücadelesinin tarihi bize en acılı bir şekilde göstermiştir ki, enternasyonalist komünist propaganda karşısında kayıtsız kalan her şey, kapitalist-burjuva ideolojisinin gücü sayesinde bir anda karşı devrimin bir aracına dönüşebilmektedir. Kapitalist üretim biçiminin ve proletaryanın niteliği, ve de tarihsel dersler açığa çıkarmıştır ki, küresel burjuvazi ancak dünya işçi sınıfının bir bütün olarak kitlesel eylemi ile devrilecektir.
Ne yazık ki, aynı tarih bize yine göstermiştir ki, proletarya pasif kaldığı sürece tarihin tozlu gerici doktrinleri, çok daha gelişmiş, ayrıntılı, ve hatta sözde Marksist bir biçimde farklı versiyonlarla tekrar tekrar ortaya çıkmaya devem etmektedir. Özellikle burjuva kültürünün son yüzyılda toplumun derinlerinde yeşertmeye çalıştığı bireyi fetişleştiren ideolojisi ile bu tarz küçük burjuva fikirlerin tekrar popülerleştiğini görmekteyiz. Eylemliliği belirleyenin bireyler ve onların dürtüleri olduğu yanılsamasıyla kuşatılmış işçi sınıfı, bugün hepimizin tanık olduğu tekil eylemlerin ve aktivist hareketlerin sözde etkisi altında tarihsel misyonundan uzaklaştırılmaktadır.
İşte tam da bu sebeple hala güncelliğini koruyan bu tartışmalara, tarihsel örneklerin de irdelendiği, Anton Pannekoek’un konuyla ilgili iki makalesinin çevirisini paylaşarak katkıda bulunmak istiyoruz.
Bireysel Eylem (1933)
Van Der Lubbe tarafından Reichstag'ın yakılması, komünist sol içinde çok farklı pozisyonların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Spartacus, De Radencommunist gibi komünist solun yayın organlarında yakma eylemi, komünist bir devrimcinin eylemi olarak tanınıp onaylanır. Böyle bir eylemi onaylamak ve alkışlamak, onun tekrarını savunmak demektir. Bu nedenle, bu tarz bir onaylamanın işlevini iyi kavramak gerekir.
Bu onaylama tek bir nedene dayandırılabilir, burjuvaziyi, egemen sınıfı zayıflatmak. Buna ne hacet. Ancak burjuvazi, Reichstag'ın yakılmasından zerre kadar etkilenmemiş, egemenliği hiçbir şekilde zayıflamamış, bilakis ortaya çıkan durum hükümetin işçi hareketine karşı terörünü önemli ölçüde pekiştirme fırsatı sunmuştur. Dolayısıyla, bu eylemin dolaylı sonuçları tartışılmaya muhtaçtır.
Gel gelelim böyle bir eylem burjuvaziyi etkileyip zayıflatsaydı bile, işçiler için yalnızca bu tür bireysel eylemlerin onları özgürleştirebileceği inancını geliştirirdi. Oysa sınıfın kavraması gereken gerçek, yalnızca işçi sınıfının bir bütün olarak kitlesel eyleminin burjuvaziyi yenebileceğidir. Böyle bir durumda devrimci komünizmin bu temel gerçeği, onlardan gizlenmiş olacaktı. Bir sınıf olarak proletaryanın bağımsız eylemlerine gölge düşecekti. Devrimci azınlıklar, tüm güçlerini emekçi kitleler arasındaki propagandaya yoğunlaştırmak yerine bu tür eylemlere yöneltirse, bu eylemler çok sayıda üyesi olan adanmış bir grup tarafından gerçekleştirildiği durumda dahi, enerjilerini egemen sınıfın egemenliğini sarsmayan kişisel eylemlerde harcamış olacaklardır. Burjuvazi, hatırı sayılır baskı güçleriyle böyle bir grubun peşine kolaylıkla düşebilir. Yarım yüzyıl öncenin Rus nihilistlerinden daha fazla bağlılık, fedakârlık ve enerjiyle eylemler gerçekleştiren devrimci bir azınlık grubu nadiren olagelmiştir. Hatta bazı anlarda, nihilistlerin iyi organize edilmiş bireysel eylemlerinin neredeyse Çarlığı devireceği anlar bile ortaya çıkmıştır. Ancak beceriksiz Rus polisinin yerine terörle mücadele alanını devralmakla meşgul olan bir Fransız dedektif, kişisel enerjisi ve tamamen batılı organizasyonuyla, nihilizmi sadece birkaç yıl içinde yok etmeyi başarmıştır. Fakat bunun hemen sonrasında bir kitle hareketi gelişmiş ve sonunda Çarlığı devirmiştir.
Yine de bu tür bireysel eylemlerin, işçileri gerçek mücadelelerinden yüz çeviren sefil sandık seçimciliğine karşı bir protesto değeri olamaz mı?
Bir protesto ancak inançtan kaynaklanıyorsa, güçlü bir izlenim bırakıyorsa veya bilinci geliştiriyorsa değere sahiptir. Ancak sosyal demokrat veya komünistlere oy vererek çıkarlarını koruduğu illüzyonuna dalan bir işçinin, birisi çıkıp Reichstag'ı yaktığından ötürü sandık seçimciliğinden şüphe duyacağına kim inanır? Bu, burjuvazinin işçilerin illüzyonunu baltalamak için yaptıklarıyla, -Reichstag’ı tamamen güçsüz kılmak, onu feshetmeye karar vermek, karar sürecini bir kenara bırakmak gibi- mukayese edildiğinde, tamamen gülünç bir argümandır. Bazı Alman yoldaşlar, bu eylemin olumlu değerlendirilebileceğini, çünkü işçilerin parlamentarizme olan güvenine ağır bir darbe indirildiğini söylediler. Ne şüphe! Fakat bu yaklaşım, meseleleri çok basite indirgemiyor mu? Böyle bir durumda demokratik yanılsamaları devreye sokmanın başka bir yolunu bulacaklardır. Öyle ki, genelleştirilmiş bir oy hakkının olmadığı veya Parlamentonun zayıf olduğu yerlerde, ‘gerçek demokrasi’nin fethi argümanı ileri sürülür ve işçiler savaşmaya değer olanın yalnız bu olduğu illüzyonuna inandırılır. Esas olan şudur: Parlamentonun ve sınıf mücadelesinin gerçek öneminin anlaşılmasını açıklamayı amaç edinen sistematik propaganda, her zaman temel nokta olmalıdır.
Bireysel eylemler, radikal bir örnekten yola çıkarak kitle eylemini harekete geçiren bir sinyal olabilir mi?
Tarihte, gerilim anlarında bireysel eylemlerin barut fıçısındaki kıvılcımlar gibi işlev gördüğü örnekler vardır. Ama proleter devrim, barut fıçısının patlamasına benzemez. Komünist Parti kendisini ve dünyayı devrimin her an patlak verebileceğine inandırmaya çalışsa bile, proletaryanın kitle olarak savaşmak için yine de yeni bir tarzda kendisini şekillendirmesi gerektiğini biliyoruz. Bu vizyonlarda belirli bir burjuva romantizminin egemenliği mevcuttur. Geçmiş burjuva devrimlerinde burjuvazi, halkla birlikte ayaklandı ve egemenlerin ve onların keyfi baskılarının karşısında kendini buldu. Bir krala veya bir bakana karşı tertiplenecek bir suikast, bir isyan emaresi olabilirdi. Dolayısıyla günümüzde bireysel bir eylemin kitleleri harekete geçirebileceği görüşü, bir burjuva şef anlayışını temel almıştır. Seçilmiş bir parti lideri değil, kendisini vasi tayin eden ve eylemleriyle pasif kitlelere önderlik eden bir şef. Proleter devrimin, bu modası geçmiş lider romantizmiyle hiçbir alakası olamaz: Tüm gücün kaynağı, kitlesel toplumsal güçler tarafından yönlendirilen sınıf olmalıdır.
Yine de sonuçta kitle bireylerden oluşur ve kitle eylemleri belirli sayıda bireysel eylemi içerir. Elbette, burada kişisel eylemin gerçek değerine değiniyoruz. Büyük bir şeyi tek başına gerçekleştirebileceği iddiasındaki bireysel eylemin, kitlesel eylemden bağımsız olarak ortaya koyduğu şey yararsızdır. Bireysel eylem, yalnızca kitle hareketinin bir parçası olduğu takdirde önem arz eder. Mücadele içindeki işçiler, marş marş yürüyen bir grup kukla değil tam tersi, ortak iradeden yola çıkan, kendini cesaretlendiren, karşı konulamaz aynı amaca yönelik farklı nitelikteki güçlerden müteşekkildirler. Bu bağlamda, cesaretin en bireysel yiğitlik ifadesi, bu eylemi gerçek bir amaca yöneltecek diğerlerinin eksiksiz bir kavrayışıyla mümkün olur, böylelikle bu minvaldeki eylemlerin verimli meyveleri heba edilmez. Aynı şekilde, yükselen bir harekette, bu güçlerin ve eylemlerin etkileşimleri, şu anda işçileri harekete geçiren ve onların savaşçılıklarını geliştirmek için gerekli olan açık bir kavrayış tarafından yönlendirildiği zaman büyük bir değer taşır. Ama bu da parlamentoyu yakmaktan çok daha meşakkatli, azim, cüret ve cesaret isteyen bir iştir!
Yeni Blanquizm (1920)
Maddi durum devrime elverişli olduğunda ancak kitleler pasif ve isyan etmeye meyilli olmadıkları durumda, hedeflerine proleterlerin siyasi devriminden başka yollarla ulaşmaya çalışan doktrinler ortaya çıkar. Proudhon ve Blanqui isimlerinin, gelecekteki hareketlerin teorilerini farklı şekillerde geliştiren iki eğilimle ilişkilendirildiği 1870 öncesi Fransa'sında da durum böyleydi. Büyük sermayenin küçük burjuva eleştirmeni Proudhon'la ilişkilendirilen eğilim, yükselen işçi hareketinin, kooperatiflerin barışçıl inşası yoluyla kapitalizmi baltalayabileceğini ifade ediyordu. Bu eğilim, içgüdüsel olarak, yeni sınıfın gücünü dışsal siyasi hamlelerden değil, yeni kurumların ekonomik yapısından alacağını sezdiriyordu. Gözü pek devrimci komplocu Blanqui ile özdeşleşen eğilim ise, proletaryanın siyasi iktidarı fethinin gerekli olduğu sezgisinden yola çıkıyordu. Sınıfın büyük bir kısmı hâlâ pasif olsa bile, bilgeliğiyle kitleleri peşinden sürükleyebilecek ve katı merkeziyetçi yöntemlerle iktidarı elinde tutma kudretine sahip kararlı bir azınlık aracılığıyla sonuca ulaşılabilirdi. Her iki eğilimin kökleri de kendilerinden önceki hareketlere dayanıyordu ve bu nedenle küçük burjuva karakterdeydiler. Çünkü gerçek ifadesini Marksist öğretide bulacak olan, zincirlerinden tam anlamıyla kurtulmuş bir proleter sınıf mücadelesinin uygulayabileceği gücün yoğunluğunuanlamaktan hâlâ yoksundular.
Bundan ötürü, benzer doktrinlerin bir kez daha ortaya çıkması kolaylıkla anlaşılabilir. Elbette çok daha gelişmiş ve ayrıntılı bir biçimde; bu süreçte daha da güçlenen tüm proleter savaşçıların ortak malı haline gelen sınıf mücadelesinin Marksist biçimi şeklinde. Ve nihayetinde, bu öğretilerin farklı versiyonları olarak.
Proletaryanın, ekonomik gücünü fabrika konseyleri aracılığıyla, üretim süreci alanında inşa etmesi gerektiğine ve Noske'nin [1] adamları tarafından uygulanan güç politikalarının bu ekonomik gücün üstesinden gelemeyeceğine duyulan inanç, bir tür yeni-Proudhonculuğa zemin hazırladı. Tabii eğer savunucuları, bu yöntemin mucizevi gücü sayesinde, proletaryanın devrimci mücadelesi olmaksızın, toplumu komünizme götürmek için yeterli olduğuna inanırlarsa... Diğer taraftaysa, devrimci bir azınlığın siyasal iktidarı ele geçirebileceği, elinde tutabileceği ve bunun siyasal iktidarın proletarya tarafından fethiyle mümkün olabileceğini iddia eden neo-Blanquist bir eğilim belirginleşiyordu. Bu eğilimin izlerine Struthahns'ın [2] işçi sınıfı diktatörlüğü ve Komünist Parti üzerine kaleme aldığı yazılarda rastlanılabilir.
Struthahns, işçi sınıfı diktatörlüğüyle ilgili olarak şunları söylüyor: "Bu ne anlama gelir? İşçi sınıfının çıkarları her şeyden önce gelir ve politikaya ancak bu çıkarlar rehberlik edebilir. İkinci olarak da, yalnızca işçi örgütleri tarafından yönetilebilir." Yani başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, işçi sınıfı diktatörlüğü, işçi sınıfının diktatörlüğünden farklı bir anlama gelir. Bu bir sınıf diktatörlüğü değil, belirli grupların diktatörlüğüdür ve bir işçi örgütü tarafından uygulandığı için (SPD aynı zamanda bir işçi örgütüdür) ve önceliği işçi sınıfının çıkarına verdiği için de kendisine proletarya diktatörlüğü adını verir (Birçok sosyal-hainin [3] kendi hakkında ileri sürdüğü şey de budur). Burada tasvir edilen, komünist partinin diktatörlüğü, kararlı bir devrimci azınlığın diktatörlüğüdür.
Ancak Struthahns daha sonra bu tanımı genişletir. Sözcükler aracılığıyla büyük bir siyasi maharet gösterir ve fikirlerinin her darbe girişimini desteklemek anlamına gelmediğinin altını çizerek, çoğunlukla Komünist Partinin devrimdeki rolüne ilişkin muazzam açıklamalarda bulunur, destekçilerinin Rus Devrimi'nden çok şey öğrendiğini vurgular. Gel gelelim Struthahns’ın teorik ilkesi daha titiz incelenmeyi hak ediyor. Bu öğretinin dolaylı sonucu, yine, yürütmenin bir bütün olarak Komünist Partide değil, merkez komitede olacağıdır. Öncelikle parti içinde, belirli insanları mutlak iktidar çemberinden dışlanır ve muhalefetin bertaraf edilmesi için gizli yöntemler kullanır. Struthahns'ın diktatörlük kavramı hakkında söylediklerinin çoğunun çok değerli olduğunu da söylemek gerekir. Ancak devrimci gücün kendini kanıtlamış şampiyonların elinde merkezileşmesine dair sarf edilen bu görkemli sözler, şu anda Bağımsızları Parlamento tribününün çıkarları için kandırmaya yönelik dar görüşlü, fırsatçı bir politikayı savunmak adına kullanıldığı bilinmese, belki daha büyük bir etki yaratırdı. Komünist hükümetin geri adım atmadığı, işçi sınıfı kitlelerinin iç sapmalar nedeniyle morali bozuk olsa dahi diktatörlüğün sıkı bir şekilde uygulandığı ve devrimin tüm gücüyle savunulduğu Rusya için yaptığı bu çağrının, burası için hiçbir hükmü yoktur. Gücün fethi artık tehlikede değildir; zarlar atılmıştır, proletarya diktatörlüğü tüm iktidar araçlarına sahiptir ve bunları terk edemez. Ekim 1917'den önceki günlere bakılarak Rusya gerçeği daha iyi kavranabilir. Komünist Parti o günlerde, hiçbir koşulda, iktidarı alması gerektiğini ya da diktatörlüğünün emekçi kitlelerin diktatörlüğü olacağını ilan etmediği gibi buna inanmıyordu da. Beyan ettikleri, kitlelerin temsilcisi olan Sovyetlerin iktidarı alması gerektiğiydi. Sovyetlerin, kitlelerin temsilcilerinin iktidarı almak zorunda olduğu hep öne sürülmüştü; partinin kendisi bu programı formüle etti, bunun için savaştı ve nihayet Sovyetlerin çoğunluğu bu programın doğru olduğunu kabul ederek, siyasi iktidarı aldı ve bu esnada komünistler yönetim organlarının bizzat kendileri haline gelip Komünist Parti de tüm bu işi omuzlayan sağlam dayanak oldu.
Biz hiçbir şekilde demokrasi fanatiği değiliz, çoğunluğun kararına batıl bir saygımız yok, çoğunluğun yaptığı her şeyin en iyisi olduğu ve başarıya ulaşabileceği inancına saygı duymuyoruz. Eylem önemlidir, etkinlik kitlelerin ataletine üstün gelir. Gücün bir belirleyen olarak devreye girdiği noktada onu kullanmak ve uygulamak istiyoruz. Buna rağmen, yine de devrimci azınlık doktrinini kesin olarak reddediyorsak, bunun nedeni, bu öğretinin yalnızca gücü öne çıkararak yalancı zaferlere ve dolayısıyla ciddi yenilgilere yol açmasıdır. Devrimci yenilgicilik, kitlelerin kayıtsızlığının sınıf durumunun karakteristiği olduğu bir ülkede, örneğin, köylerinin dışında hiçbir şey görmeyen ve ulusal politikaya sırtını dönen köylülerin çoğunluğunu oluşturduğu bir ülkede uygulanabilir. Bu tip bir toplumda, aktif bir proleter azınlık Devlet iktidarını ele geçirebilir. Ancak bu taktik Rusya'da dahi denenmemiş veya tavsiye edilmemişse, durumun çok daha farklı olduğu Batı Avrupa ülkeleri için tavsiye edilmesi daha da şaşırtıcıdır.
Dolayısıyla devrim sürecinin Batı Avrupa'da çok daha yavaş ve zor olacağını vurgulamak doğrudur çünkü burjuvazi burada Rusya'dakinden çok daha güçlüdür. Fakat bu güç neye dayanır? Devlet aygıtı üzerindeki kontrole mi dayanır? Burjuvazi bu kontrolü çoktan kaybetti. Sayısal üstünlüğe mi dayanır? Burjuvazi, ezici sayıda işçiyle karşı karşıyadır. Üretim üzerindeki yetkilerine mi? Yoksa paranın gücüne mi? Almanya'da bunlar artık pek bir şey ifade etmiyor. Sermayenin gücünün kökleri çok daha derinlere yerleşmiştir. Burjuva kültürü sadece proletaryaya değil, bir bütün olarak nüfusa nüfuz etmiştir. Burjuva çağının yüz yılı boyunca, burjuvazinin manevi değerleri tüm toplumu içine çekmiş ve pek çok kanal vasıtasıyla kitlelere nüfuz ederek egemenliğini tahsis eden manevi bir yapı ve disiplin yaratmıştır. Proletarya, inatçı ve kararlı bir mücadeleyle bu yapı ve disiplinden arındırılmalıdır. İlk olarak liberaller ve Hıristiyan ideolojisi, sosyal demokrat aydınlanma yüzünden savaştı. Ama sermayenin kitleler üzerindeki manevi egemenliğinin ne denli köklü ve uyumlu olduğunu gösteren tam da sosyal demokrasidir: Kitleleri manevi olarak özgür kılma görünümündedir ve onları yeni bir proleter dünya görüşünde birleştirir izlenimi vermiştir. Oysa şimdi görülüyor ki, kitlelerin kendi oluşturdukları örgüt tamamen burjuvazinin safına geçmiştir ve onların kendi devrimini engellemiştir. Bu nedenle, eski burjuva ülkelerindeki proletaryanın kendi başına galip gelmesi gereken direniş, burjuva kültürünün yeterince gelişmediği ve komünal geleneğin devrimden yana olduğu Doğu Avrupa'nın yeni ülkelerindekinden çok daha zorludur. Burjuva hukuk düzenine duyulan saygı, kitlelerde derinden kök salmakta ve teröre yönelik haykırışların verdiği korkuda, tüm yalanlara duyulan inançta, gerekli önlemlerin alınması karşısında açığa çıkan tereddütte kendini göstermektedir. Burjuva etiği, onları soylu sözlerle kandıran, ikiyüzlülüğüyle akıllarını karıştıran, kurnaz aldatıcılığıyla onlarla alay eden kitlelerin etiğinde derinden kök salmıştır. Eski burjuva bireyciliği kanlarına işlemiştir, öyle ki bugün her şeyi şiddetli bir saldırıyla kazanabileceklerine inanırken ertesi gün bu görevin büyüklüğü karşısında geri adım atmaktadırlar.
Bu, eski burjuva ülkelerinde zaferin mümkün olmadığı anlamına gelmez: Proletarya muazzam bakir kaynaklara sahiptir; buradaki devrim çok daha büyük ölçekte gerçekleşecek. Bu, devrimci mülksüzleştirmenin uzak bir geleceğe ertelenmesi gerektiği anlamına da gelmez: Koşullar, üstesinden ancak daha sonra gelinebilecek olan tüm manevi engellere rağmen, kitleleri herhangi bir zamanda iktidarı ellerine almaya zorlayabilir. Velhasıl bu, kararlı bir azınlığın eylemleri sonucunda devrimin mümkün olmadığı anlamına gelir. Bu azınlığın yaptığı her şey, devrimden ziyade, burjuvazinin elindeki düşman bir gücü ele geçirmek için yapılır.
Bu toplumsal ortamda, devrimci parti, kendisine kayıtsız kitleler arasında yerleşik değildir -ya da böyle görünür- komünist propaganda karşısında, görünüşte kayıtsız bir duruş gibi görünen her şey, kapitalist-burjuva ideolojisinin gücü sayesinde bir anda karşı devrimin bir aracına dönüşebilir. Proletaryanın kritik mücadelelerin aktarımını sağlayacak aktif unsurlar felce uğratılıp edilgen ve kararsız kılınırken, edilgen olması icap eden geri unsurlar ise burjuvazi için bir güç haline gelir. Münih Konsey Cumhuriyeti'nin tarihi, tüm bu farklı eğilimlerin zengin bir örneğidir.
Güçlü bir manevi burjuva kültürüne sahip kapitalist ülkelerde, Blanquist sapma kaybetmeye mahkûmdur ve kınanmalıdır. Devrimci azınlık (komünist parti diktatörlüğü) öğretisi, düşmanın gücünün küçümsenmesinin ve gerekli propaganda çalışmasının hafife alınmasının bir işaretidir, ki bu ciddi aksiliklere yol açacaktır. Devrim ancak kitlelerden çıkabilir ve ancak kitleler aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Komünist Parti bu basit gerçeği unutmuştur ve en acılı fedakarlıklar pahasına, devrimci bir azınlığın yetersiz güçleriyle ancak ve ancak sınıfın yapabileceği bir şeyi, sonucu dünya devrimi davasını uzun bir süre geriletecek bir yenilgi olması pahasına gerçekleştirmek istemektedir.
[1]- Gustav Noske – SPD’li Alman Savunma Bakanı. [2]- Karl Radek tarafından kullanılan bir takma ad. [3]- Almanca metinde Sozialverräter olarak geçen bu sözcük (sosyal-hain), sosyal demokratlara karşı kullanılagelmiş bir hakarettir.
Comments