Aşağıda çoğaltılan belge, Cardiff (16 Ekim 2021) ve Liverpool'daki (26 Mart 2022) CWO toplantılarında yapılan sunumdur. Toplantıların amacı, katılımcıları geçmişin Marksist tartışmalarının bugünkü bakış açılarımızı nasıl şekillendirebileceği ve enternasyonalizmin gerçekte ne anlama geldiği hakkında düşünmeye teşvik etmektir. Cardiff'te tartışma doğal olarak son İsrail-Filistin krizi üzerine dönerken, Liverpool'da günün odak noktası Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliydi.
İlk devletler 5000 yıl kadar önce, erken sınıflı toplumlarda özel mülkiyeti savunma ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Lâkin milliyetçiliğin ancak on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda şekil aldığını anlamalıyız. Milliyetçilik, ebedi bir topluluğun ifadesi olmaktan ziyade, burjuva siyasi devriminin ayrılmaz parçası olan modern bir ideolojiydi.
Dün
Tarihçiler, tarihteki ilk ulus-devletin ne olduğunu tartışabilirler, ancak adaylar arasında, merkantilizmin başlangıçta geliştiği, İngiltere Krallığı ve Hollanda Cumhuriyeti gibi ülkeler olması tesadüf değildir. Bununla birlikte 1789 Fransız Devrimi yeni ulusal bilinci sembolize edegeldi. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin ünlü üçüncü maddesi şöyle diyordu:
Egemenliğin özü esas olarak ulustadır. Hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz. [1]
Artık iktidar yalnızca soyluların ve din adamlarının elinde tutulamayacaktı, artık yönetecek olan ulusun vatandaşlarıydı. Ya da cumhuriyetçi idealin öne sürdüğü buydu (kimin gerçekten “vatandaş” olduğuysa tamamen farklı bir konuydu). Fransız Devrimi'ni takip eden yıllarda milliyetçilik, çeşitli ulus-devletlerin ortaya çıkması, restorasyonu veya birleşmesi için siyasi motivasyon sağladı. Bu, "ulusların baharı" olarak da bilinen 1848 devrimlerinin baskın ideolojisiydi.
Bununla birlikte, bu kapitalizmin yükseliş döneminde tarih sahnesine çıkan tek siyasi ideoloji değildi. Avrupa'nın ekonomik olarak en gelişmiş devletlerinde -Almanya, İngiltere ve Fransa’da- bir ücretli işçi sınıfının oluşumu, işçi hareketini doğurdu. Ayrıca 1848'de Marx ve Engels'in başını çektiği çeşitli milliyetlerden bir grup radikal, Komünist Manifesto'yu yayınladılar. Sadece sınıf mücadelesine materyalist bir temel sağlayarak geçmişin ütopik sosyalist fikirlerinden kopmaya çalışmakla kalmadı, aynı zamanda şu ifadelere de yer verildi:
Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır. [2]
Sınıf mücadelesinin enternasyonal olduğu ve komünistlerin enternasyonalist olması gerektiğine dair bu gözlem, on altı yıl sonra, 1864'te Birinci Enternasyonal'in kurulmasına yol açtı ve bu noktayı pekiştirdi:
... emeğin özgürleşmesi ne yerel ne de ulusal bir sorundur, ancak modern toplumun var olduğu tüm ülkeleri kapsayan toplumsal bir sorundur... [3]
Ancak Marx ve Engels, henüz başlangıç safhalarında olan bir işçi hareketinin müjdeleyicisiydiler. Birçok yerde işçi sınıfı hâlâ azınlıktaydı. Burjuvazi, henüz her yerde feodal sistemle hesaplaşmamıştı. Bu da şu soruyu gündeme getirmekteydi: Komünistlerin, demokratik ve burjuva karakterdeki ulusal hareketlerle ilişkileri nedir?
Genel kanının aksine, Marx ve Engels hiçbir zaman ulusal bağımsızlık için verilen mücadelelerin tümüne destek vermediler. Aslında, Rus İmparatorluğunun gücünü pekiştireceğini gördükleri çeşitli Balkan devletlerinin milli arzuları gibilerine açıkça karşı çıktılar. Onlar için, hangi ulusal hareketlerin yakın gelecekte bir işçi hareketinin gelişimi için elverişli koşullar sağlayabileceği taktiksel bir sorundu. Ve burada Marx ve Engels Polonya ve İrlanda’yı ayrı tuttular, zira Polonya "kıtanın merkezinde yer alıyordu ... onun bölünmesinin sürdürülmesi Rusya, Avusturya ve Prusya Kutsal İttifakını birbirine bağlamaktaydı" ve İrlanda hususunda da "İngiltere'deki İngiliz tepkisinin … kökleri İrlanda'ya boyun eğdirilmesine dayanıyordu". Birinci Enternasyonal'de Marx ve Engels, Proudhon'un idealist takipçilerine karşı Polonya hakkındaki görüşlerini ve muhafazakâr İngiliz sendikacılara karşı da İrlanda'ya ilişkin görüşlerini savundular.
Ancak kısa bir süre sonra Birinci Enternasyonal çöktü ve materyalist tarih anlayışını kabul etmekte olan yeni nesil devrimciler sahneye çıktı. Serfliğin kaldırılmasından sonra kapitalist gelişim için bir alanın açıldığı Rus İmparatorluğu'nda, bir işçi hareketinin temelleri atılıyordu. 1880'lerin başlarında, Rusya'da, Plekhanov'un önderliğindeki Emeğin Kurtuluşu Grubu gibi; ve ayrıca bölünmüş Polonya gibi yerlerde, Waryński'nin başını çektiği Enternasyonal Sosyal Devrimci Parti “Proletariat” gibi ilk Marksist gruplar oluşturuldu. Özellikle Polonyalı Marksistler, seleflerinin romantik milliyetçiliğinden kopmak istiyorlardı ve kendilerinin “Polonya'dan bile daha talihsiz olan büyük bir ulus, proletaryanın ulusu”nun bir parçası olduklarını ilan ettiler. Artık ister feodal ister demokratik olsun bağımsız bir Polonya için değil, tüm Rus İmparatorluğunu yutacak bir sosyalist devrim için savaşıyorlardı. Engels bu akımı "çok fazla etki bırakmadan kendi kendine tükeneceğini" söyleyerek dikkate almadı, fakat on yıl sonra Waryński'nin bazı argümanları Rosa Luxemburg'u ve partisi SDKPiL'in oluşumunu etkileyecekti.
Bu da bizi İkinci Enternasyonal'de Luxemburg ile Lenin arasındaki ünlü tartışmaya getiriyor. Derhal belirtmek gerekir ki, her iki devrimci için de bu mesele, kendilerini içinde buldukları belirli bir bağlamda enternasyonalist bir pratiğin en iyi nasıl geliştirileceği sorusu idi. Plehanov'un öğrencisi Lenin'e göre ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması Büyük Rus şovenizmine karşı bir silahtı. Waryński'nin öğrencisi Luxemburg için ulusların kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkmak, Polonya sosyal-yurtseverliğine karşı bir silahtı. Tartışma esasen ulusların kendi kaderini tayin hakkını destekleyip desteklememeye dair değildi - aslında Luxemburg, gelişmiş bir işçi sınıfının olmadığı yerlerdeki kimi ulusal kurtuluş mücadelelerini destekledi (Ermenilerin Türkiye’den bağımsızlığı örneğinde olduğu gibi) ve Lenin de “ulusların ayrılma hakkı, belirli bir ezilen ulusun Marksistlerinin ayrılmaya karşı ajitasyon yapmasını hiçbir şekilde dışlamaz” vurgusunu yapmıştı. Daha ziyade, bu hakkın bir ilkeye yükseltilip yükseltilmeyeceğiydi mesele. Luxemburg için bunu yapmak, Pandora’nın kutusunu açmak ve çözdüğünden daha çok soruna neden olmak anlamına geliyordu.
Bu tartışma sürerken, kapitalizm yeni bir döneme giriyordu. 1890'lar ve 1914 arasında kapitalist ilişkiler yerküre çapında genişledi, sermaye birikimi daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte gerçekleşiyordu ve üretim, işçi sınıfından daha fazla kâr elde etmek için giderek daha da fazla yoğunlaşıyordu. Bu sayede serbest rekabetin yerine yavaş yavaş kapitalist tekel aldı, geniş ölçekli sanayi küçük sanayiyi yok etmeye başladı, karteller, ticari birlikler, tröstler ve finans kapital ekonomiye hakim olmaya yüz tuttu. Devlet gücünün önemi muazzam bir şekilde arttı ve bir dünya ekonomisi meydana getirilmeye başlamıştı. Tekil sermayeler arasındaki rekabet, ulusal sermayeler arasındaki rekabet haline gelerek küresel bir savaş dürtüsünü resmen başlattı. İkinci Enternasyonal, kendisini devlet tekeliyle uzlaştırma ve Marksizmi bu uğurda revize etme eğiliminde olan reformist bir sağ ile, enternasyonalizm davasını savunan ve kapitalist üretim tarzındaki büyüyen emperyalist meyilleri eleştirel olarak analiz etmeye soyunan devrimci bir sol arasında bölünmüştü. Hem Lenin hem de Luxemburg, o dönemdeki anlaşmazlıkları ne olursa olsun, o devrimci sola aittiler. Ve her ikisi de reformist sağ ile mücadele etmek için ulusal soruna ilişkin farklı görüşlerinden istifade ettiler.
Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ve Rus Devrimi'nin başlangıçtaki başarısı, ulusal sorun üzerindeki tartışmanın şartlarını elbette ki kaçınılmaz olarak değiştirdi. İkinci Enternasyonal kendi ağırlığı altında çökerken, gerçek devrimcileri Üçüncü bir Enternasyonalde yeniden toplamak için çaba sarf edildi. Polonya, Alman-Hollanda ve Rus Solu şimdi Luxemburg’un tarifiyle şunları öne sürüyordu:
Bu emperyalizmin açığa çıktığı dönemde, ulusal savaşlar artık mümkün değildir. Ulusal çıkarlar, yalnızca emekçi halk kitlelerini, ölümüne düşmanları olan emperyalizmin tahakkümüne sokmanın bahanesi olarak hizmet eder … Emperyalist devletlerin politikaları ve emperyalist savaş, tekil bir ezilen ulusa hürriyetini ve bağımsızlığını veremez. Egemen sınıfları büyük devletlerdeki yardakçılarının suç ortağı olan küçük milletler, büyük devletlerin emperyalist satranç tahtasındaki piyonlarından başka bir şey değildir ve onlar tarafından tıpkı kendi emekçi kitleleri gibi savaş zamanında, savaş sonrası kapitalist çıkarlara kurban edilecek araçlardır. [4]
Diyalektikten asla taviz vermeyen Lenin, bu tür mutlakçı ifadeleri reddetti ve Birinci Dünya Savaşı'nın pekâlâ emperyalist olmasına ve devrimci yenilgiciliğin ona verilebilecek tek doğru yanıt olmasına rağmen, bu noktadan sonraki tüm ulusal savaşların illâ ki emperyalist olmadığını savundu. “Sömürgelerdeki ve ezilen uluslar arasındaki ulusal kurtuluş hareketlerinin” Sovyet Rusya ile ittifak kurabildikleri ölçüde, uluslararası sahnede anti-emperyalist bir rol oynayabileceklerini savundu. 1921'e gelindiğinde Lenin'in görüşleri, Sol’dan gelen muhalefete rağmen, komünist partilerin politikası haline geldi. Üçüncü Enternasyonalin vazifesi şuydu:
Sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva-demokratik kurtuluş eğilimlerine destek vermek, ancak şu koşulla; bu ülkelerde, komünistlikleri sadece isimde kalmayan müstakbel komünist parti unsurlarının bir araya gelmesi ve, kendi ulusları içerisindeki burjuva-demokratik hareketlere karşı mücadele gibi özel vazifelerini anlayacak şekilde eğitilmesi.[5]
İtalyan Solu, bazı çekincelerle de olsa, Lenin'in görüşünü kabul etti. Ancak 1926-7'de Çin Devrimi'nin ulusal kurtuluş güçlerinin elinde ezilmesi onları yeniden düşünmeye sevk etti:
Lenin halkların kendi kaderini tayin hakkını savunabildi (bu noktada Rosa ondan daha net görmüş olsa da), çünkü burjuva devrimlerine özgü bu konumun bazı ülkelerde proleter devrim mücadelesiyle hâlâ uzlaştırılabileceğine inanıyordu. Çin'deki deneyiminden sonra sorun kökten çözülmüştür ve biz de Lenin'in ayak izlerini, onun görüşlerini tecrübemiz ışığında düzelterek takip ediyoruz. [6]
Ve Enternasyonalist Komünist Parti 1943'te, başka bir emperyalist kıyımın ortasında İtalyan Solunun militanları tarafından kurulduğunda, öncüllerimiz şu sonuca vardı:
Parti, ulusal hareketler çağının geri dönülmez bir şekilde sona erdiğine inanmaktadır. Bu aynı zamanda, yerli kapitalizmin, “sömürgeleştirilmiş” proletarya üzerindeki egemenliklerini ortaklaşa gerçekleştirmek için, aynı sınıf karakterindeki sömürgeci ülkeninkiyle iç içe geçtiği, esasen kapitalizm öncesi bir ekonomik yapıya sahip sömürge ülkeler için de geçerlidir. İkinci ve Üçüncü Dünya Savaşları arasındaki dönemde, yani dünya üzerindeki emperyalist egemenliğin en çetin döneminde hangileri olduklarına bakmaksızın ulusal kurtuluş hareketleriyle dayanışma içinde mücadele etmek, partiyi sınıf düşmanının yanına koymak, burjuvazinin tarafında hareket etmek demektir ki bu her ulusal hareketin bizi muhakkak yönlendirdiği yerdir. Bu nedenle Parti, Batı veya Doğu (Asya dahil) burjuvazileriyle devrimci ittifakları ve ulusal yapıdaki savaşlara katılımı reddeder; aynı şekilde Partinin, kapitalist devrimin başarısını desteklemek için burjuva devrimlerinin feodal rejimlere karşı zaferi için mücadele etmesi gerektiği yönündeki hatalı diyalektik anlayışı da reddeder. Bütün vakalarda bunun, bir emperyalizmin bir başkasının üzerindeki zaferi için mücadele etmek anlamına geleceğine inanmaktadır. [7]
Bugün
Marksist görüşlerin ulusal soru üzerindeki evrimine kapsamlı olmamakla beraber kısa bir genel bakış bu şekildedir. Bu toplantının bulanıklığında sorduk: "Geçmişin Marksist tartışmaları bugünkü bakış açılarımıza ışık tutabilir mi?" Özetleyelim.
Marx'ın Polonya'nın özel önemine dair bakış açısına rağmen, şunu diyen Lenin'e katılıyoruz:
[Marx'ın bakış açısı] kırklar, elliler ve altmışlar için ya da on dokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyreğinde oldukça doğru olsa da, yirminci yüzyıla gelindiğinde doğru olmaktan çıkmıştır. [8]
Polonya, Kutsal İttifak'ı paramparça eden kıvılcım olmak yerine, bağımsızlığını ancak kıtayı saran devrimler dalgası sayesinde 1918'de, Alman, Rus ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının çöküşünden sonra kazandı. Ancak, ki Lenin'in kaçırdığı şey de budur, aynı şey İrlanda için de geçerlidir. 1916'da uzun zamandır beklenen Paskalya Ayaklanması Marx, Engels ve Lenin'in umduğu gibi İrlanda ve İngiltere'deki işçi sınıfı hareketlerini güçlendirmek yerine cumhuriyetçi ve milliyetçi hareketi işçi sınıfı militan zümreleri nezdinde meşrulaştırdı. Ve bugün, milliyetçilik hem Polonya hem de İrlanda'daki siyasi sahneye hükmetmeye devam etmektedir.
Dahası, aynı düşünceyi Lenin için de geçerli olacak şekilde genişletebiliriz. Şayet fikirleri on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında diğer milletlere ve etnik gruplara yönelik baskısıyla meşhur Rus İmparatorluğu'nun varlığına anlaşılabilir bir cevap olsalar da, baştan başa emperyalizmin hakim olduğu bir dünyada ehemmiyetlerini yitirirler. Üçüncü Enternasyonal'in çeşitli ulusal hareketlere verdiği destek sıklıkla felaketle sonuçlandı ve Sovyet Rusya sovyet karakterini yitirdiğinde, bu desteğin tüm anlamı emperyalist ittifakların İkinci Dünya Savaşı'na hazırlık sürecinde yeniden şekillenmesinden ibaret oldu.
Şu an bulunulan yerden dönüp baktığımızda görebiliyoruz ki Luxemburg doğru yoldaydı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, hakim güçlerce yürütülen dekolonizasyon ve ABD'yle SSCB arasındaki Soğuk Savaş bağlamında “Üçüncü Dünya” olarak adlandırılan güçlerin belirmesi, bağımsız işçi hareketlerinin ortaya çıkmasını kolaylaştırmadı. Bağımsızlığını yeni kazanan devletler dünya emperyalizmine tamamen bağımlı olmakla kalmayıp, aynı zamanda her türlü işçi sınıfı muhalefetini ezmekte de aynı derecede gaddar oldular. Biçimsel bağımsızlık, ulusal ezilmeye bile son vermedi, en iyi ihtimalle kimin ezildiğini değiştirdi.
Bugünün dünyasında hâlâ milliyetçiliğin, “ezilenlerin” milliyetçiliği dahi olsa, herhangi bir çözüm sunduğu iddiasında olmak, son 200 yılda yaşanan gelişmeleri tamamen yadsımaktır. Artık “burjuva demokratik devrimini tamamlama” ihtiyacından söz etmenin mantıklı olduğu bir dönemde değiliz. Kapitalist dünya ekonomisinin tam olarak ne zaman ortaya çıktığı tartışılabilir, ancak inkar edilemez olan, bugün burjuvazinin her yerde iktidarda olduğu ve kapitalist toplumsal ve ekonomik ilişkilerin dünyaya hâkim olduğudur.
Sorun ister mevcut devletler arasındaki ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesi (Brexit ve İskoç bağımsızlık referandumlarında veya Galler’in bağımsızlığı meselesinde olduğu gibi), ister muhtemel devletlerin diğer devletlere olan biçimsel boyunduruktan kurtarılması (Filistin, Çeçenistan, Tibet veya Katalonya'da olduğu gibi), isterse de yeni devletlerin vücuda gelmesi (Rojava veya Donbass Halk Cumhuriyetleri gibi) olsun, tek çözümün işçilerin sınırların ötesinde birleşmesi ve ortak çıkarlarını tanıması olduğunda ısrar ediyoruz.
Biz tam da işçilerin kâr için üretime son verme ve müşterek bir küresel topluluğu kurmaya dair her yerde aynı çıkarlara sahip olduğuna inandığımızdan enternasyonalistiz. Sınıfımızın dünya çapında çeşitli mücadelelerini siyasi olarak birbirine bağlayacak bir enternasyonal devrimci örgüte ihtiyaç olduğuna inandığımızdan enternasyonalistiz. Ve ulusal çekişmenin kapitalist baskı ve sömürü sisteminin üstesinden gelebilecek tek şeyin – yani sınıf dayanışmasının- önünde bir engel olduğuna inandığımız için enternasyonalistiz. İnsanlığın günbegün yüzleştiği sorunlar – ekonomik krizler, pandemiler, iklim çöküşü, savaş - enternasyonal bir çözümü gerektirmektedir. Ulusla sınıfın karşıtlığı hâlen geçerlidir, ve biz hangi tarafta durduğumuzu biliyoruz. İşçilerin vatanı yoktur, ancak kazanmamız gereken bir dünya vardır.
Communist Workers’ Organisation
Comments