top of page

Anti-faşizm: Bir Şaşkınlık Reçetesi (Bilan, 1934)


International Review Dergisinin Açıklayıcı Notundan:


Bilan’daki (İtalyan Komünist Partisi’nin Sol Fraksiyonu’nun Fransızca yayın organı) yoldaşlar bu yazıyı yazdığında Avrupa’nın birçok ülkesinde faşist hükümetler iktidardaydı. Hitler henüz 1933’de Almanya’da iktidara gelmişti. Ama İtalyan Komünist Fraksiyonunun sol kanadını oluşturan yoldaşlar panikleyip, sadece Stalinist veya sosyalist partilerin değil 1920’lerde Komünist Enternasyonal’in yozlaşmasına karşı duran diğer akımlar, örneğin Troçkistlerin kapıldığı gibi, ‘anti-faşizm’ çılgınlığına kapılmadılar. Bilan bu yazıda İspanya İç Savaşında gerçekleşecek olan bir kehanete karşı net ve sağlam bir uyarıda bulunuyordu. İspanya’da burjuvazinin faşist fraksiyonu işçileri ezebildi, çünkü işçiler Franco’nun 18 Temmuz 1936’daki darbesine karşı kendiliğinden silahlanmış olsalar da, kendilerinin sınıf alanından, burjuva cumhuriyete karşı uzlaşmaz mücadele alanından uzaklaştırılmaya, anti-faşist mücadelenin önceliği adına, bütün anti-faşist güçlerin birliği adına göz yumdular.


Bugün durum işçi sınıfının hem faşizm hem de ‘demokratik’ burjuvazinin karşısında tarihinin en ağır yenilgisini aldığı 1930’lardaki gibi değil. Bu dönemde faşizmin Avrupa’daki çeşitli ülkelerde iktidara gelmesini esas mümkün kılan, bunun öncesinde işçi sınıfının yenilmesi olmuştu. Bu yüzden bugün faşizmin kapitalizm açısından politik bir gereklilik olmadığını söyleyebiliriz. İşçi sınıfına dahil olduğunu iddia eden, hatta Troçkistler gibi proleter devrimden yana olduklarını söyleyen çeşitli akımlar ‘faşist tehdit’ karşıtı kampanyalara katılımlarını ancak 1930’lardaki ve bugünkü durum arasındaki farkları tamamen inkar ederek meşrulaştırmaya çalışmakta. Bu anlamda Bilan, devrimcilerin olayları tarihsel bağlamı içinde, özellikle sınıflar arası güç dengesini hesaba katarak analiz etmek zorunda olduğu konusunda ısrar ederken sonuna kadar haklıdır. Bilan bu yazıdaki argümanlarını özellikle Troçkistlere (yazıda 1930’larda kendilerini ‘Bolşevik Leninistler’ olarak tanımlayan Troçkistler) karşı geliştirmiştir. O dönemde Troçkistler henüz işçi sınıfına dahildi ama oportünizmleri onları İkinci Dünya Savaşı'nda burjuva kampına itecekti. Ve Troçkistler tam da anti-faşizm adına işçi hareketinin en temel ilkelerinden birini, enternasyonalizmi ezerek İttifak güçlerinin emperyalizmine destek verdiler. Bununla birlikte Bilan’ın anti-faşist kampanyalara karşı argümanları, faşizmin işçi sınıfına karşı oluşturduğu tehlikeyi ifşası, bugün de tamamen geçerlidir: tarihsel durum değişmiş olsa da işçi sınıfına karşı kullanılan yalanlar, onu sınıf alanından kaydırıp demokratik burjuvazinin kontrolüne itmeye yönelik yalanlar temel olarak hala aynı. Okuyucu Bilan’a saldırmak için kullanılan ‘argümanları’ tanımakta hiç zorluk çekmeyecektir: bunlar bugün bizim anti-faşistlerden, özellikle devrimci olduğunu iddia eden anti-faşistlerden duyduklarımızla tamamen aynı. Bilan’ın metninden sadece bir örnek verelim:

“…proletaryanın ehveni şer bir kapitalist devlet örgütlenmesini seçmesini isteyen karşıtlarımızın tavrı, proletaryaya kapitalist devletin en iyi formuna ulaşma çağrısı yapan Bernstein’ınkiyle aynı değil midir?… proletarya şayet burjuvaziye istediği hükümeti dayatacak kadar güçlüyse, neden kendi esas hedefi olan kapitalist devletin yıkımı yerine hükümet değişimiyle yetinsin? Buna karşın, şayet proletarya henüz ayaklanmayı başlatacak kadar güçlü değilse, proletaryayı demokratik bir hükümet için baskı kurmaya yöneltmek onu düşmanın zaferini mümkün kılacak bir yola itmek anlamına gelmez mi?”


Son olarak, anti-faşizmin ‘işçilerin birliğinin’ bir aracı olduğunu iddia edenlere karşı Bilan proletaryanın ancak kendi sınıf çıkarlarını savunma temelinde birleşebileceğini, bunun da sınıflar arası güç dengeleri nasıl olursa olsun değişmeyeceği cevabını veriyordu: “henüz iktidar sorununu gündeme getiremeyeceğinden, proletarya daha kısıtlı, lakin yine sınıfsal hedefler etrafında, kısmi mücadeleleri için yeniden birleşmelidir… İşçilerin taleplerinde büyük çaplı değişikliklere girişmektense, komünistlerin zaruri görevi işçi sınıfının sınıfsal talepleri ve kendi sınıfsal örgütleri olan sendikalar etrafında yeniden birliğini kurmayı amaçlamaktır.”


Bu yazı yazıldığı dönemde İtalyan Komünist Solu, henüz Alman-Hollanda Komünist Solu gibi sendikalar konusunda net değildi. Birinci Dünya Savaşı'ndan beri sendikalar geri dönüşsüz biçimde kapitalist devletin organları haline gelmiştir. Buna rağmen Bilan’ın savunduğu, işçileri kendi sınıf talepleri etrafında birleşmeye çağırma tavrı yine de geçerlidir. Bu tavır burjuvazinin bütün fraksiyonlarının işçi sınıfını o çok değerli metayı, demokrasiyi faşizme veya totalitaryenizme karşı savunmaya çağırdığı bugün de hala geçerlidir.


Bu anlamda, aşağıda yayınladığımız Bilan makalesi önceki sayıda yayınladığımız Lenin’in ‘Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine’ tezleri ile tamamen uyumludur.


***


Devrimin gerilediği mevcut durumda şaşkınlığın önceki dönemlerden daha baskın olması pek muhtemel. Bu bir yandan, proletaryanın savaş sonrasında çetin mücadelelerle fethettiği tüm üslerde (Rus devleti, Üçüncü Enternasyonal) karşı-devrimin gelişmesinin, diğer yandan ise işçilerin bu gelişmelere ideolojik ve devrimci bir direniş cephesiyle karşı koymayı başaramamasının bir sonucudur. İşçiler bu karşı-devrim olgusuna ve kapitalizmin savaş ittifakları kurmaya yönelik vahşi saldırısının bileşimine karşı, mücadeleyle, hatta bazen muazzam bir savaşımla (Avusturya’da olduğu gibi) karşılık verdiler. Lakin bu çarpışmalar, tek kitlesel politik organizasyon olan ve artık dünya karşı-devrimi saflarına geçmiş olan merkezciliğin gücünü sarsmayı başaramadı.


Böylesi bir yenilgi anında şaşkınlık kapitalizmin, işçi devleti ve merkezciliği kendini muhafaza etmek için seferber etmesi; bunları, proletaryanın yenilgisi ve kendi zaferinin sloganlarının sözcüsüne, kitlelerin bilincinin çözülmesinin başat failine dönüştürmek üzere sosyal-demokrasinin hilekâr güçlerince 1914’ten beri zapt edilmiş olan zeminlere yöneltmesinin sonucudur.


Bu yazıda, adına, kendini solda konumlandıran işçilerce bile “anti-faşizm” adı verilen tipik bir şaşkınlık formülünü inceleyeceğiz.


Burada amacımız (anti-faşizmin pek acil şekilde öne sürüldüğü yerler olan) Fransa ve Belçika gibi ülkelerdeki durumu analiz etmek, faşist bir taarruzun kapıda olup olmadığını saptamak olmadığı gibi; faşizmin her ülkeye yayılmasının önünü açan bir perspektif olduğu fikrini de inceleyecek değiliz. Dahası burada, faşizmin ehemmiyetine bağlı teorik sorunları ya da proletaryanın faşist bir taarruz durumunda demokratik kurumlara karşı takınması icap eden tavırlara eğilmeyeceğiz. Tüm bu soruları bilahare başka yazılarda ele alacağız. Anlaşılırlık adına, kendimizi sadece tek bir sorunla kısıtlayacağız: anti-faşizm ve bu reçete etrafında kurulması güya mümkün olan mücadele cephesi.


İlkin yapılması gereken -ya da hiç değilse eskiden öyleydi- sınıf savaşına girişmeden önce hedeflediğimiz amaçları, kullanılacak yöntemleri ve lehimize müdahalede bulunabilecek sınıfsal güçleri tespit etmek. Bu sorunları soyut anlamda “teorik” kılan hiçbir şey yoktur; burada teoriden kastımız, ortada bir “eylem” olduğu sürece herhangi bir program temelinde herhangi bir hareketten herhangi biriyle düşüp kalkan, “teoriye” aldırış etmeyen her türlü unsurdan gelebilecek ucuz eleştirilere açık olmayışlarıdır. Bizim, eylemin öfke patlamalarından ya da bireylerin hüsnüniyetinden değil; durumun kendisinden doğduğunu düşünenlerden olduğumuz ortadadır. Dahası eylem hususunda da, teorik çalışma işçi sınıfını yeni yenilgilere karşı savunmak adına hayatidir. Pek çok militanın sahip olduğu bu teorik çalışmayı hor gören tutumun mahiyetini anlamalıyız, zira gerçekte bu daima devrimci çevreler içerisindeki proleter tavırların (açıktan olmasa da, alttan alta) düşman sosyal-demokrat prensiplerle ikame edilirken, bir yandan da faşizme karşı mücadele “yarışında”, ‘eylem olsun da ne pahasına olursa olsun’ çağrısı yapmaya denk düşer.


Anti-faşizm sorunu hususunda, anti-faşizmin çok sayıdaki taraftarına kılavuzluk eden tek şey teorik çalışmayı hor görmeleri değil; daha geniş bir direniş cephesi inşa etmek için gerekli olan şaşkınlığı yaratıp yaymaya yönelik ahmakça çılgınlıktır. Bir tek müttefiki bile kaçırabilecek ya da herhangi bir mücadele fırsatını kaybettirecek sınırlamalardan kaçınılmalı: Anti-faşizmin sloganı budur. Burada görüyoruz ki herhangi bir mücadele fırsatının kaçırılmaması için, şaşkınlık ve kafa karışıklığı yüceltilip, zaferin bir öğesi gibi sunulmakta. Burada, yarım asırdan uzun zaman önce Marx’ın Weitling’e, cehaletin işçi hareketine hiçbir zaman hiçbir faydası dokunmadığını söyleyişini hatırlamalıyız.


Bugün, mücadelenin hedefini, kullanılacak yöntemleri ya da gerekli programı tespit etmek yerine Marksist stratejinin özü şu şekilde takdim edilmekte (ki Marx bunu cahillik olarak addederdi): bir sıfat benimsemek -ki bugünlerde en çok rastlananı elbette “Leninist” sıfatıdır- ve ardı arkası kesilmez bir biçimde, ve bağlamından tamamıyla kopuk bir şekilde 1917’de Rusya’daki vaziyet ile Kornilov’un Eylül harekâtından bahsetmek. Hey gidi hey! Bir zamanlar devrimcilerin akılları başlarındaydı ve tarihi tecrübeyi analize tabi tutarlardı. O zamanlar, kendi dönemlerindeki vaziyetlerle bu tecrübeler arasında analojiler kurmaya teşebbüs etmeden evvel geçmişle bugün arasında siyasi bir paralel çizmenin mümkün olup olmadığına bakarlardı; fakat o zamanlar geçti artık, bilhassa sadece proleter grupların sözcüklerini seçişlerine genel olarak baktığımız zaman bu anlaşılıyor.


Bize deniyor ki, 1917 Rusya’sındaki sınıf mücadelesi tablosuyla bugün başka ülkelerdeki vaziyet arasında bir karşılaştırma gütmenin anlamı yoktur; keza o zamanki sınıf güçlerindeki dengenin şimdikilere benzeyip benzemediğine bakmanın da. Ekim 1917’deki zafer tarihi bir olgudur, dolayısıyla yapmamız gereken tek şey Rus Bolşeviklerinin taktiklerini kopya etmek, bilhassa da olayları değerlendirme tarzı birbirinden radikal biçimde farklı kavrayışlara dayanan farklı gruplara göre değişebilsin diye adî bir biçimde kopya etmektir.


Bugün kendine “Leninist” diyenler, 1917 Rusya’sında kapitalizmin daha yeni devlet-iktidarını deneyimlemekte olmasına karşın, faşizmin on yıllardır iktidarda olan bir kapitalizmden doğduğu ve 1917 Rusya’sındaki volkanik devrimci durumun bugünkü gerici durumun tam tersi olduğu gerçeğinden zerre kadar rahatsızlık duymamaktadır. Buna karşın, 1917’de olanların bugün olanlarla İtalyan ve Alman tecrübelerinin ciddi bir incelemesine dayanarak kıyaslanması gibi işler onların olağanüstü dinginliklerini sarsmaz bile. Her şeyin yanıtı Kornilov’dur. Biri devrimci diğeri gerici iki farklı durumu birbirine indirgemelerini sağlayan bu politik cambazlığa göre, Mussolini ve Hitler’in zaferlerinin güya tek sorumlusu da komünist partilerin 1917’de Bolşeviklerin uyguladığı klasik taktiklerden sapmış olmasıdır.


***


Anti-faşizme kalsa, politik etmenleri hesaba katmamak gerek. Onunla amaçlanan şey faşist bir saldırı tarafından tehdit edilen herkesi bir tür “tehdit altındakiler sendikası” altında bir araya getirmektir.


Sosyal-demokratlar radikal sosyalistlere, Herriot[1] ve Daladier[2] de faşist bir zafere yenik düşebileceğinden dolayı kendi emniyetlerini gözetip faşist tehdide karşı acil savunma tedbirleri almalarını söyleyecek. Léon Blum[3] daha da ileri giderek Doumergue’i[4], faşizme karşı gözlerini dört açmazsa Brüning’in[5] akıbetine hazır olması konusunda temkinlice ikaz edecek. Merkezcilik “sosyalist tabanı”, veyahut da SFIO[6] (Section française de l’Internationale ouvrière) merkezciliği muhatap alarak, hem sosyalistler hem komünistler faşizmin tehdidi altında olduğundan ötürü birleşik bir cephe kurulmalı diyecek. Nihayet de tepeleri atınca, herhangi bir siyasi hesap olmaksızın, tüm “işçi sınıfı”(?) formasyonları arasında kalıcı bir dayanışma temelinde faşistlerin faaliyetlerine karşı bir mücadele cephesi oluşturmaya hazır olduklarını cümle âleme üst perdeden duyuran Bolşevik-Leninistler olacak.


Tüm bu spekülasyonların altında yatan şeyse basit, hatta doğru olamayacak kadar basittir: Tehlike altında olup, ölümden kaçınma arzusuyla hareket eden herkesi ortak bir anti-faşist cephede toplamak. Lâkin en yüzeyselinden bir analiz bile bu önerinin cennetten düşme basitliğinin arkasında Marksizmin temel savlarından, geçmiş olayların inkarından ve bugünkü olayların öneminin tamamen vazgeçilmesinin saklı olduğunu gösterecektir. Elbette, Herriot’nun 6 Şubat’taki “ayaklanma”dan doğan hükümete katılmakla yanlış yaptığı, oysaki iktidarı faşistlere devreden hükümetin bir parçası olup bilahare onlar tarafından öldürülen Amendola’yı[7] hatırlaması gerektiği kolayca söylenebilir. Alman tecrübesinin gösterdiği üzere Brünning’in “ateşkes”inin faşizmin emellerine fevkalade hizmet ettiği ve bunun karşılığında faşistlerin demokratik partilere acımadığı ortadayken Clermont-Ferrand’daki Radikal Sosyalist partinin “partiler arası ateşkes”e onay vererek kendi canına kastettiğini öne sürmek de yine bir o kadar kolaydır. Nihayet, aynı rahatlıkla, Fransız ve Belçikalı sosyalistlerin Almanya ve Avusturya’daki olaylardan ders çıkarıp kendilerini kaçınılmaz bir ölümden kurtarmak için devrimci bir siyaseti benimsemeleri gerektiği ilân edilerek konu kapatılabilir. Merkezcilerinse o halde -aynı dayanağa göre- Thälmann’ın[8] akıbetinden ve toplama kamplarından öğrenmesi gereken, “dürüst” bir Birleşik Cephe taktiğine ihtiyaç olduğudur, amacı işçi sınıfının mücadelesine yardımcı olmak yerine “sosyalist partiyi yok etmek” olan bir cephe değil: Saint-Denis’deki işçilerin desteğini kullanarak onların merkezciliğe olan tepkilerini ve mücadele arzularını şaşkınlığın çıkmazına sürmek için kullanan sağcı sosyal-demokrat-sevici Doriot’nun talebi budur.


Radikallerin sosyalistlerin ve merkezcilerin kendilerini ve örgütlerini kurtarmak için ne yapmalarının icap ettiğine dair tüm bu kürsüden vaazlerin olayların seyrine bir etkisi olmayacak, zira esas sorunun dönüp dolaşıp geldiği nokta şu: radikallerin, sosyalistlerin ve merkezcilerin nasıl olup da komünistleşebileceği, zira faşizmle ancak proleter devrim mücadelesi cephesine dayalı bir biçimde mücadele edilebilir. Ne kadar vaaz verilirse verilsin, Belçika sosyal demokrasisi kapitalizmi muhafaza etme planlarını yine de yürürlüğe koyacak, her çeşit sınıf çatışmasının altını oymakta tereddüt etmeyecek, bir anlamda sendikaları kapitalizme teslim etmekten geri durmayacaktır. Doumerge Brüning’i taklit edecek, Blum Bauer’in[9], Cachin[10] de Thälmann’ın ayak izlerini takip edecektir.


Tekrar ediyoruz; bu yazının amacı Fransa ya da Belçika’daki durumun, İtalya ve Almanya’da faşizmin yükselişine müsaade eden koşullarla karşılaştırılıp karşılaştırılamayacağını saptamak değildir. Analojimizin amaçladığı şey oldukça farklı iki kapitalist ülkedeki işlevleri açısından Doumerge’in bir Brüning kopyası olduğunu ve bu işlevin -Blum ve Cachin keza- proletaryayı hareketsiz kılmak, onun sınıf bilincini yerle bir etmek ve devlet aygıtının emperyalistler-arası yeni mücadele koşullarına uyarlanabilir kılmak olduğunu göstermektir. Bilhassa Fransa’da, Thiers, Clémencau ve Poincaré tecrübelerinin Doumergue yönetiminde de tekrarlanacağını ve burjuva sosyalist ve radikal-sosyalist güçleri boğmaksızın, kapitalizmin kendi sağcı güçleri etrafında yoğunlaşabilmesinin olduğunu düşünmek için geçerli sebepler mevcuttur.


Demek ki mesele faşizm tehlikesi var diye bir “birleşik anti-faşist cephe” meydana getirmek değildir. Tam tersine, esas gereken, proletaryanın kapitalizme karşı mücadelede hangi tavırlar etrafında güçlerini yoğunlaştırabileceğini tespit etmektir. Meselenin bu şekilde tarif edilmesi kapitalizme karşı mücadele cephesine anti-faşist güçlerin dahil edilmemesi anlamına gelir. Bunun anlamı -paradoksal görünse de- şudur: kapitalizm direksiyonu hepten faşizme doğru kırarsa proletarya için başarının koşulunun işçilerin sınıfsal talepleri ve programının değişmezliği, buna karşılık, hezimetin koşulunun ise proletaryanın anti-faşizm bataklığında çözülüp gitmesi olduğudur.


***


Bireylerin ve toplumsal güçlerin eylemlerini sınıfsal kaygılardan azade belirleyen bir kendini muhafaza etme yasası yoktur: Brüning ve Matteoti[11] onları faşizmden kurtarabilecek yegâne şey de olan proleter devrim yolunu tutsalardı, kendi şahsi çıkarları ve savundukları fikirlerle çelişen biçimde hareket etmiş olurlardı. Bir bireyin yahut da gücün eylemleri, mensubu oldukları sınıfın bir fonksiyonudur. Bu, Fransız siyasetinin şimdiki aktörlerinin neden haleflerinin adımlarını takip etmekten başka bir şey yapmadıklarını, Fransız kapitalizmi faşizme biraz daha kaysa bile neden başka bir şey yapamayacaklarını da açıklıyor.


Temel anti-faşist reçetenin (“tehdit altındakiler sendikası”) tamamıyla tutarsız olduğu böylece ortaya çıkmakta. Dahası, anti-faşist fikirleri incelersek (hiç değilse program düzeyinde) bunların faşizmle kapitalizmin ayrıştırılmasından türediklerini görüyoruz. Doğru, bu hususta bir sosyalisti, bir merkezciyi, ya da bir Bolşevik-Leninisti sorgulasak hepsi faşizmin pekâlâ kapitalizm olduğunu belirteceklerdir. Lâkin hemen sonra sosyalist diyecektir ki: “sosyalizme hazırlanmak için Anayasayı ve Cumhuriyeti savunmalıyız”; merkezciler de işçi sınıfını anti-faşizm etrafında birleştirmenin kapitalizme karşı mücadele etrafında birleştirmekten çok daha kolay olduğunu söyleyecektir; Bolşevik-Leniniste göreyse birlik ve mücadele için, kapitalizm bunları artık işçi sınıfına sağlayamasa bile, demokratik kurumlardan daha iyi bir dayanak olmayacaktır. Böylece ortaya çıkıyor ki, “faşizm kapitalizmdir” genel beyanından yola çıkanlar, ancak kapitalizmle faşizmin ayrıştırılmasından doğabilecek politik sonuçlara varabiliyor.


Geçmiş tecrübe, faşizmle kapitalizm arasında bir ayrım koyma ihtimalini yok edecek bir biçimde göstermiştir ki, kapitalizmin faşizme dönmesi burjuva sınıfı içerisindeki kimi grupların iradelerine değil, tüm bir tarihsel dönemin gereklilikleri ile, burjuva rejiminin kriz ve can çekişmelerine daha az direnebilen devletlerin özgül durumlarına bağlıdır. Tam bir ayrım gözetmek mümkün olduğu ölçüde, İtalya ve Almanya’daki tecrübeler bize göstermektedir ki, kapitalizm faşist bir toplumsal örgütlenmeye meyletmeye mecbur kaldığında, faşist taburlar proletaryanın sınıf örgütlerine yönelen hücum kıtaları vazifesini üstlenir. Bundan sonra, burjuvazinin demokratik siyasi formasyonları, bu kurumların savunusunu demokratik yasalara ve Anayasaya havale etmek gerektiğine proletaryayı ikna etmek amacıyla faşizme karşı olduklarını dile getirir. Liberal ve demokratik güçlerle hemen hemen aynı hatlarda davranan sosyal-demokrasi de proletaryayı, devletin faşistleri kanunlara uymaya zorlamasını, onları silahsızlandırmasını ve hatta yasadışı ilan etmesini esas talepleri haline getirmeye çağırır. Bu üç siyasi gücün eylem hatları tastamam dayanışma içindedir: kökenlerinin bulunduğu yer, kapitalizmin, yeni bir kapitalist toplum örgütlenmesi olarak faşizmi yükseltmeyi hedeflediği her yerde faşizmin zaferine ulaşma gerekliliğidir.


Faşizm kapitalizmin temel gereksinimlerine denk düştüğünden, ona karşı radikal olarak farklı bir cephede mücadele olasılığı bulmak durumundayız. Karşıtlarımız sık sık savlarımızla politik olarak mücadele etmekten çekindiği için onları çarpıtıyor. Örneğin, “anti-faşizmin politik ve programatik muhtevasını sorgulamakla ilgilenmiyoruz, mühim olan Daladier’nin Doumergue’e, onun da Maurras’ya yeğ olduğu, bundan dolayı da Maurras’ya karşı Doumergue’i ya da Doumergue’e karşı Daladier’yi savunmanın çıkarımıza olduğudur. Yahut da koşullara göre Doumergue ve Daladier’den birini savunmak, zira ikisi de Maurras’nın zaferi önünde engeldir ve vazifemiz en ufak çatlağı bile proletaryaya daha güçlü bir konum kazandırmak için kullanmaktır” cevabını almamız için, sadece anti-faşist slogana karşı çıkmamız yeterlidir, zira tecrübe göstermiştir ki anti-faşist güçler, faşizmin zaferi için en az faşist güçlerin kendileri kadar gereklidir. Görünüşe göre, Almanya’daki olaylar –ki önce Prusya, sonra da Hindenburg-Von Schleicher hükümetlerindeki o “çatlaklar” faşizmin yükselişine giden sayısız sıçrama tahtasından başka bir şey değillerdi – yok sayılabilecek, eften püften şeylerdi. Müdahalelerimiz elbette ki anti-Leninist ya da anti-Marksist olmakla suçlanacak: hükümetin sağ, sol ya da faşist olmasına aldırış etmediğimiz söylenecek. Buna gelince, ilk ve son kez şu soruyu sormak isteriz: savaş sonrası durumdaki değişim hesaba katılırsa, proletaryanın ehveni şer bir kapitalist devlet örgütlenmesini seçmesini isteyen karşıtlarımızın tavrı, proletaryaya kapitalist devletin en iyi formuna ulaşma çağrısı yapan Bernstein’ınkiyle aynı değil midir? Belki, bize meselenin hükümetin davasını özümsek olmadığı, amacın basitçe proletaryanın konumunu kapitalizme demokratik bir yönetim biçimi dayatacak denli güçlendirmek olduğu söylenecektir. Ama bu durumda sadece sözcükler değişmiş, içerik ise aynı kalmış olacaktır. Ne de olsa, proletarya şayet burjuvaziye istediği hükümeti dayatacak kadar güçlüyse, neden kendi esas hedefi olan kapitalist devletin yıkımı yerine hükümet değişimiyle yetinsin? Buna karşın, şayet proletarya henüz ayaklanmayı başlatacak kadar güçlü değilse, proletaryayı demokratik bir hükümet için baskı kurmaya yöneltmek onu düşmanın zaferini mümkün kılacak bir yola itmek anlamına gelmez mi?


Sorun kesinlikle “en iyi şeyin seçilmesi” taraftarlarının ortaya koyduğu gibi değildir: proletaryanın devlet sorununa kendi çözümü vardır ama bu kapitalizmin kendi iktidar sorunun onun adına çözmeyi içermez. Mantıken, proletaryanın devrimci mücadelesinin evrimine müsaade eden pek zayıf burjuva hükümetlerin olması açıkça proletaryanın lehinedir; ama yine bir o kadar bariz olan başka birşey de kapitalizmin, eğer bunlar verili bir durumda en iyi savunma hattı olacak ise, sol veya aşırı-sol hükümetlere de yöneleceğidir. 1917-21 arasında burjuva rejimini savunmak için sosyal-demokrasi iktidara geldi, zira proleter devrimin ezilmesini mümkün kılacak tek hükümet biçimi oydu. O koşullarda sağ bir hükümetin işçi kitlelerini isyana sevk edebileceği olasılığı söz konusu idiyse, Marksistlerin gerici bir hükümet önermesi mi daha makuldu? Bu aşırı örneği, proletarya için genel olarak daha iyi ya da daha kötü yönetim biçimi diye bir şey olmadığını göstermek için sunuyoruz. Bu tip kavrayışlar sadece kapitalizm için mevcutturlar ve duruma göre değişirler. Buna karşılık, işçi sınıfının mutlak vazifesi sınıfsal konumları etrafında yeniden birleşerek kapitalizmle savaşmaktır – kapitalizmin faşist, demokratik ya da sosyal-demokrat biçimler alması bu savaşımın gerekliliğini değiştirmez.


Bugünkü duruma dair esas değerlendirmelerden ilki, iktidar sorunun işçi sınıfının doğrudan karşısına çıkmadığı, ve bu durumun en zalim ifadelerinden birinin de faşist taarruzun başlaması ya da demokrasinin olağanüstü hal tipi uygulamalara kaymasıdır. Bundandır ki işçi sınıfının yeniden birleşebileceği temeli belirlememiz gerek. Ve burada Marksistleri tüm kafa bulandırıcılardan ve işçi sınıfı içinde etkin olan Truva atlarından pek ilginç bir kavrayış ayırır. Bize göre, işçilerin yeniden birleşmesi bir nicelik sorunudur: henüz iktidar sorununu gündeme getiremeyeceğinden, proletarya daha kısıtlı, lakin yine sınıfsal hedefler etrafında, kısmi mücadeleleri için yeniden birleşmelidir. Sözde radikallikleri blöften başka bir şey olmayan diğerleriyse proletaryanın sınıfsal özünü, onun her dönem iktidar için mücadele edebileceği iddiasıyla değiştirirler. Bunlar soruyu sınıf anti-faşist bir hükümetin nasıl kurulabileceği sorunu olarak koyar ve böylelikle proletaryayı zayıflatır, sınıfsal sorunu belirsizleştirirler. Proletaryayı anti-faşizm batağı içinde dağıtmaktan taraf olanlar elbette ki ekonomik talepler etrafında birleşip mücadele ederek proleter sınıfın kendisini kurmasına engel olacaktır.


Fransa’da son birkaç ay içinde anti-faşist program, plan ve organizmalarda sıradışı bir filizlenme gerçekleşti. Ne var ki, bu Doumergue’i maaş ve ücretlerde büyük bir kesintiye gitmekten alıkoymadı, ki bu durum Fransız kapitalizminin büyük bir ücret düşüşünün genelleştirmeye kesinlikle niyetli işareti. Anti-faşizme harcanan enerjinin yüzde biri acil ekonomik taleplere dair bir genel grev için sıkı bir işçi sınıfı cephesinin oluşumuna harcansaydı şayet; hem bu baskı tehdidi ortaya çıkmamış olacak, hem de işçi sınıfı tekrar bir araya gelmiş olmaktan ötürü özgüvenini geri kazanmış olacaktı. Dolayısıyla da, işçi sınıfının iktidar sorununu ortaya tekrar atabileceği yeni bir durum doğabilecekti ve bu iktidar da ancak proletarya diktatörlüğü olabilir.


Tüm bu ön değerlendirmelerden çıkarılacak olan, anti-faşizmi mümkün kılacak tek şeyi anti-faşist bir sınıfın varlığına bağlı olduğudur: anti-faşist bir program da böylesi bir sınıfa içkin olan programdan doğabilir. Böyle bir sınıfın varlığını imkansız kılan tek şey Marksizmin temel formülasyonları değil, aynı zamanda Fransa’daki durumun kendisidir. En acil cevaplanması gereken soru, anti-faşizmi daha da sağa kaymaktan alıkoyacak sınırın ne olduğudur: derdi cumhuriyeti savunmak olan Doumergue mi? Fransa’yı faşizmden kurtarmak için “sınıflar arası-ateşkes”e dahil olan Herriot mu? ‘Milli Birlik’ hareketi içinde “sosyalist kanadı” temsil ettiğini iddia eden Marquet mi, yoksa Radikal Parti’nin Jön Türkleri mi, ya da sadece sosyalistler mi? Yahut, cehennemin taşları anti-faşizmden döşendiyse şayet, bizzat şeytan mı? Soruyu somut bir şekilde sormak anti-faşizm reçetesinin sadece şaşkınlığın çıkarına hizmet ettiğini ve işçi sınıfının kesin hezimetini hazırladığını ispatlamakta.


İşçilerin taleplerinde büyük çaplı değişikliklere girişmektense, komünistlerin zaruri görevi işçi sınıfının sınıfsal talepleri ve kendi sınıfsal örgütleri olan sendikalar etrafında yeniden birliğini kurmayı amaçlamaktır. CGT’ye (Confédération Générale du Travail) gelince (ki CGTU, Confédération générale du travail unitaire, hepten merkezciliğin bir uzantısı haline geldiğinden beri bir sendika olmayı bırakmıştır), o da temelden bir dönüşüm sürecinde, toplumu sınıflar-arası bir temelde değiştirme hedefi olan bir başka siyasi parti hâline gelmekte, ki bu da proletaryanın parçalanmasının bir başka karakteristik ifadesi. Böylece anti-faşist ideolojinin, acil talepleri ile işçi sınıfının mücadele birliğini sağlayarak proletaryayı mevcut durumda yeniden birleştirebilecek olan sendikaların dahi ortadan kalkmasına yol açmakta olduğunu görebiliriz. Son olarak, aynı zamanda sendika örgütlerine yaslanma gerekliliğinin, salt sendikaların Fransa’daki nüfuzunun zayıflığı temelinde reddedilemeyecek tarihsel bir olgu olduğunu söylemek istiyoruz. Kendimizi konumlandırdığımız yer formel bir sendika fikri değil, önceden de belirttiğimiz gibi bugün iktidar sorunu ortada olmadığından, kapitalizme karşı mücadele için daha kısıtlı ama yine sınıfsal amaçların hedefe konması gerekliliğidir. Anti-faşizm sadece işçi sınıfının politik ve ekonomik taleplerinin en küçüğünün bile boğulacağı koşulları yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda onun devrimci mücadele şansını da yok ediyor, ve böylelikle işçi sınıfının yarının toplumunu kurmak için devrimci savaşım verebilme kabiliyetini geri kazanamadan kapitalist savaşta av olacağı koşulları da yaratıyor.


1- Édouard Herriot – 3 Kez Üçüncü Fransız Cumhuriyeti Başbakanlığı yapmış isim, ilk Cartel des Gauches’un lideri. 2- Édouard Daladier – Herriot Hükümeti’ndeki önde gelen Radikal Parti mensuplarından biri, sonraları II. Dünya Savaşı başladığı sırada Başbakanlık görevinde bulunacak. 3- Léon Blum – 3 kez Üçüncü Fransız Cumhuriyeti Başbakanlığı yapmış sosyalist. 4- Gaston Doumergue – Yazının yazıldığı esnada ve daha önceleri Üçüncü Fransız Cumhuriyeti Başbakanı olan Radikal Parti siyasetçisi. 5- Heinrich Brüning – Hitler’in iktidara gelişinden kısa süre önce hem Dışişleri Bakanlığı hem de Şansölyelik yapmış Merkez siyasetçi. 6- SFIO (Section française de l’Internationale ouvrière) – İkinci Enternasyonal’in Fransız seksiyonunu oluşturmak üzere 1905’te kurulan sosyalist parti. 7- Giovanni Amendola – 1924 seçimlerinde liberal koalisyonun başını çekerek başbakan olmaya oynayarak yenilen, 1926’da faşist paramiliterlerce katledilen siyasetçi. 8- Ernst Thälmann – 1925 ile 1933 arası KPD lideri. 9- Gustav Bauer – Ebert başkanlığında Alman şansölyeliği yapmış sosyal demokrat siyasetçisi. 10- Marcel Cachin – 1 Dünya Savaşı’nda şovenist bir sosyal demokrat olup, 1920’de kitlelerin sola kaymasıyla görüşlerini bir anda değiştirip, PCF’nin kurucularından olan Fransız siyasetçi. 11- Giacomo Matteotti – 30 Mayıs 1924’te Faşistlerin seçimlere hile karıştırdığını parlamentoda ilan ettikten 11 gün sonra faşistlerce katledilen İtalyan sosyalist.


Comments


bottom of page