Akıntıya Karşı'nın Notu
Aşağıdaki metin Ciliga'nın Au Pays du Grand Mensonge (Büyük Yalanlar Ülkesinde Eser, İngilizcede Russian Enigma adıyla yayınlanmış, metin çevirilirken bu edisyon baz alınmıştır.) adlı kitabından alınmıştır. Bu kitap, ilk kez yayınlandığı 1930'larda Troçkizmden koparak sol komünizme yaklaşan çeşitli gruplar için önemli bir kaynak olmuştur. Ciliga'nın kitabına yönelik ilgi, 1960'larda dünya çapında yükselen sınıf mücadelesiyle birlikte yeniden canlandı. Kitaptan etkilenen Situasyonistler ve Guy Debord, metnin Fransızca tam baskısını 1970'lerde çevirip yayınladılar.
Peki Ciliga’nın eserini kuşaklar boyu komünistler için bu kadar önemli yapan neydi? Onu önemli ve özel kılan şeylerin başında militan bir çabanın ürünü olması yatıyordu. 1920'ler sonu ve 1930'lar başında Stalinist karşı-devrimin zindanlarında mücadele eden komünistlerin, bütün baskılara ve engellere rağmen devrimin yenilgisinin derslerini çıkarmak için yürüttükleri büyük çabaya ışık tutan bu kitap*, bir diğer yandan da Rusya'da işçi sınıfının aldığı ağır yenilgiye birinci elden tanıklık ediyordu. Bu kitap şu olguları açıklığa kavuşturan tartışmalarda önemli rol oynadı:
1- Rusya'da Troçkist muhalefet ve Stalinist iktidar arasındaki farkın yüzeyselliğinin açığa çıkması.
* Özellikle 1920'lerde bir noktada Troçki'yi destekleyen kimi liderlerin (Preobrazhensky, Radek vb.) Stalin'in Bukharin ile koptuktan sonra uygulamaya giriştiği milli kalkınmacı-sanayileşmeci programı desteklemesi, işçilerin yaşam standartlarına ve çalışma koşullarına yönelik saldırılara tepkilerine kayıtsız kalması vb.
* Troçkist muhalefetin Rusya'da kapitalizmin yeniden tesisine ve partinin yozlaşmasına karşı kararsız ve tutarsız muhalefetinin, işçi sınıfı içerisinde nasıl kafa karışıklığı ve demoralizasyon yarattığı.
2- 1920'lerdeki grevlere öncülük eden Miasnikov gibi militanlarından içerisinde bulunduğu İşçi Grubu gibi sol komünist grupların daha derinlikli, tutarlı ve radikal Stalinizm eleştirilerinin tanınması.
* İşçi Grubu özellikle işçilerin çıkarlarını ve politik haklarını, gerektiğinde Lenin'e karşı çıkmak pahasına da olsa savunan, Bolşevik Partisi içerisindeki nadir muhalefet gruplarındandı. Bu anlamda Troçkistlerden farklı olarak, onların muhalefeti odağına Rus devletinin yönetimini değil, dünya ve Rusya proletaryasının çıkarlarını koyuyordu.
3- Devlet kapitalizmi üzerine yürüyen tartışmanın Rusya dışındaki komünistler tarafından görülmesi. İşçi sınıfının iktidardan itilişini, onun kitlesel iktidar organlarının kapitalist devlet tarafından yıkımını ve en sonunda da partinin yozlaşarak çürümesi üzerine tartışmaya sunduğu katkı.
Ante Ciliga Kimdir?
Yugoslavya Komünist Partisi'nin kurucularından olan, Ante Ciliga, 1918'de Macar Devrimi'ne katılmış, 1919-20 arasındaki Bienno Rosso (İki Kızıl Yıl) dönemindeki radikal sınıf mücadeleleri sürecinde İtalyan Komünistleri arasında yer almıştır. 1924'de Yugoslavya Komünist Partisi'nin Politbüro'suna katılan Ciliga, 1925'te ülkeden sürülmüştür. Sürgünün ardındam, Viyana'da Komintern'in Balkan Bürosunda bir dönem çalışmış, ardından 1926'da Rusya giderek Komintern'in yönetici kadrosuna katılmıştır.
Ciliga'nın kitabı 1926'dan sonra Rusya'da, devrimin mirasının Stalinizm tarafından yok edilmesi ve Bolşevik partisinin tasfiyesinin tanıklığıdır. Ciliga Rusya'da sovyetlerin yok edilişine, muhalefetin tasfiyesine, kapitalist toplumsal ve politik ilişkilerin 'marksist' bir lafazanlık altına gizlenerek tesis edilmesine şahit olmuştur. İlk olarak Troçki'nin muhalefetine katılmış, ardından bütün muhalif Yugoslav komünistler dahil, diğer yüzlerce Troçkist, demokratik merkeziyetçi ve sol komünistle birlikte hapse atılmıştır. İşte kitap bütün bu karşı-devrimci tasfiye sürecini ve komünistlerin karşı-devrimin derslerini çıkarma çabasını özetler.
Ciliga kitabını yazdıktan sonra, 1940'larda hızla marksizmden uzaklaştı ve II. Dünya Savaşı sırasında 'anti-faşist' demokratik kampa katıldı. Ciliga'nın kitapta ortaya koyduğu karamsar tablonun onu bu yola götüren hayal kırıklığında payı büyüktür. Ciliga, sol komünistlerden farklı olarak konseyci bazı eğilimlere de sahiptir. Stalinist karşı-devrimin ağırlığı onu 1940'larda kimi konseyciler gibi 1917 devriminin proleter karakterini tamamen inkara kadar götürmüştür. Buna karşın bu kitap yine de karşı devrim sürecinin anlaşılmasına ve devrimcilerin karşı-devrimci süreçlerde nasıl hareket etmeleri gerektiğine dair önemli deneyimler aktarıyor. Burada daha derinlikli bir çözümlemeye girmek mümkün değil ama Ciliga’nın eseri bize özellikle tartışma ve tartışma kültürünün önemine, sol komünistlerin bu tarihsel mirasına dair farklı bir ufuk açıyor.
Verhkne-Uralsk Politik Hapishanesinin komünist koğuşunda kalan Ciliga'nın anıları (aşağıdaki çevirisin sunduğumuz kısım kitabın bu hapishane içerisinde yürüyen politik tartışmaların bir özetini sunan kısmıdır), özellikle sol komünist azınlığın Lenin dahil devrim ve karşı-devrim sürecinde hiçbir şeyi eleştirmekten çekinmeyen tutumunu gösterirken, buna karşılık Troçkist ve demokratik merkeziyetçilerin çekingen ve eleştiriden kaçan tavırlarının altını çizer. Tartışma süreci elbette kendi başına 'akademik' bir uğraş değildir. Komünistler arasındaki tartışma ve mücadelenin tarihsel derslerinin çıkarılması, sınıf bilincinin gelişimi açısından yaşamsaldır. Proletarya burjuvaziden farklı olarak, gerçeklerden kaçamaz. Çünkü proletarya sömürücü bir azınlık sınıfı değildir, yalana ihtiyaç duymaz.
Sonuç olarak Ciliga'nın kitabının aşağıdaki kısmının çevirisinin Rusya devrimi deneyimi ve onun yenilgisine dair tartışmayı canlandırmasını umuyoruz. Kitabın tümünün İngilizcesi için bkz: https://libcom.org/article/russian-enigma-ante-ciliga
Ciliga üzerine güncel ve detaylı bir biyografi için: https://www.marxists.org/history/etol/revhist/supplem/cilgobit.html#n4
* Yakın zamanda Ciliga'nın da yattığı ve kitabına temel olan Verkhne-Uralsk Politik Hapishanesinin Komünist Kesiminde mahkum olan komünistlerin gizli tartışma metinlerinden kimileri keşfedildi ve bunlardan bazıları yayınlandı. Bu konularda özellikle Rus tarihçi Aleksey Gusev'in çalışmalarına bakılabilir. Örn. bknz: https://history.jes.su/s207987840014527-8-1/
Verkhne-Uralsk Politik Hapishanesi, Komünistlerin Hapsedildiği Kısım. Bugün bina müze olarak kullanılmaktadır.
Lenin Hariç Değil...
Ante Ciliga
Aşırı solun en solundaki Komünist gruplar, Lenin dönemini kutsal sayan Troçkist Muhalefetin aksine Rusya'daki devrimci deneyimin bütününü ele almaktan korkmuyorlardı. Dahası, bütün bu uç gruplar Lenin'in çizgisine az çok sert bir muhalefet içerisinde 1919-21 gibi erken bir tarihte oluşmuştu. Lenin'in devrimdeki rolü ben Verkhne-Uralsk hapishanesine kapatıldığım dönemde hararetli bir tartışma konusuydu. Troçkist Muhalefet hem kendi iç tartışmalarında hem de diğerleriyle tartışmalarında Lenin'in her zaman haklı olduğu görüşünü savunuyordu. Bu dogmaya ters düşmemek için Troçki çoktandır Lenin'le geçmişteki bütün karşıtlaşmalarında Lenin'in haklı olduğunu 'kabul etmişti'. Dahası, sonraları Troçki (bütün Troçkist konseptler arasında açıkça en değerlilerinden biri olan) sürekli devrim konusunda doğru tavrın kendisinin değil Lenin'inki olduğunu söyleyerek bu dogmayı daha da katılaştırmıştı. Bu durum Troçkist Muhalefeti, Lenin ve Troçki arasındaki ayrılıkların hiçbir zaman derin olmadığı, Lenin ve Troçki'nin her zaman temel konularda fikir birliğinde olduğu ve ayrılıkların sadece detay konularda olduğu gibi yeni bir tavır takınmıştı. Troçkist Muhalefet Lenin'in geçmişiyle Troçki'ninkini barıştırmıştı. İkisine karşı da eleştirel bir tutum takınmayı reddederek, iki eğilimin de en canlı tartışılan yönlerini bürokratik bir sıvayla kapatmıştı. Stalin'in uydurduğu mitin karşısında olguların ciddi bir incelemesini değil başka bir miti koymuştu.
Diğer yandan bazı Troçkistler ise, özellikle de V.B. (Voinstvuyschchii Bolshevik - Militan Bolşevik) grubundaki, "100% Troçkistler", daha ileri giderek Lenin ve Troçki arasındaki can alıcı fikir ayrılıklarını kabul edip, bunların hepsinde her zaman Troçki'nin haklı olduğunu savundular. Genel kural olarak, alıntıları pek seven Troçkistler, neredeyse her zaman Troçki'ye referans verir ve nadiren istisnai olarak Lenin'e referans verirler.
Demokratik Merkeziyetçiler grubu ise konu Lenin'e geldiğinde kendisini çok farklı bir noktada buluyordu. Troçkistlerden farklı olarak Decist (Demokratik Merkeziyetçiler) grubu eski Bolşevik kökenliydi. Bunun sonucunda da, hem genel kavrayış hem de üyelerinin perspektifi açısından "Leninist" idi. 1919 ve 1921'de ortaya çıktığında Decist grubu merkeze karşı "efendisinin muhalefetini", yerel aparatı temsil ediyordu. "Demokratik Merkeziyetçilik" adına Lenin'in Merkez Komitesinin bürokratik merkeziyetçiliğine karşı çıkmıştı. İsmi de buradan geliyordu. Lenin'in kendi programından saptığına, ya da kendi çizgisinin nereye gittiğini göremediğine karar veren Decist grubu, Lenin'e karşı Leninizmi savunmak için kurulmuştu. Açıkça kendilerine bile itiraf edemeseler de, Devrim'in yenilgi sürecindeki Lenin'in karşısına devrimin yükseliş sürecindeki Lenin'i koyuyorlardı. İktidardaki Lenin'in çizgisini eleştiriyor, Devlet ve Devrim'in Leninist ilkelerini öne çıkarıyorlardı. Lenin'in 1917'de yazdığı Devlet ve Devrim ne kadar derinlikli bir çalışma olsa da, yine de devrimin gelişimiyle ortaya çıkmış olan yeni sorulara bütün cevapları sunmuyordu. Nihayetinde, Decist grubu 10 yıl boyunca (1919 ve 1929 arasında) kah Lenin'in ultimatomuna teslim olarak, kah Stalin'e karşı mücadelelerinde Troçkistleri destekleyerek savrulup durdu. Decistlerin 'kraldan çok kralcı' yöneliminin ne kadar kısır olduğu en sonunda ortaya çıktı. 'Beş Yıllık Plan' grubu temelinden sarsmıştı. Çoğunluk, tıpkı Troçkistlerin çoğunluğu gibi, teslim oldu. Teslimiyetlerini NEP ve burjuvazinin tasfiye edildiği andan itibaren sosyalizmin kurulmaya başlandığı ve dolayısıyla kendilerini hatalı olduğunu söyleyerek savundular.
Eğer işçilerin durumu sefilleştiyse, diyordu Decistler, yapılacak birşey yoktu, çünkü omlet yapmak için yumurtayı kırmak gerekirdi; buna göre, sosyalizmin inşasından önce zorlu bir son aşamadan geçilmeliydi: son kapitalist sınıfın, küçük burjuvazinin tasfiyesi. Rusya'da en tanınmış işçi Bolşeviklerden olan ve Decist grubunun lideri Timofei Sapronov 'teslimiyetçilerin' tavrını böyle açıklamıştı.
Leninist bir perspektiften bakıldığında teslimiyetçilerin tavrının kendi içinde bir mantığı vardı. Ekim Devrimi'nden sonra Lenin'in bütün stratejisi, tek başına küçük burjuvazi ve özel kapitalizmin proletarya ve sosyalizmi tehdit ettiği tezine dayanıyordu. Lenin bürokratizm ve Devlet Kapitalizminden işçi sınıfına karşı bir tehditmiş gibi bahseden bütün muhalif güçleri demir bir yumrukla hizaya getirmişti. Lenin'in çizgisini taklid eden Decistler, Beş Yıllık Plan'ın uygulanmaya başladığı sıralarda, sadece 'küçük burjuva karşı-devriminin' zaferinden ve SSCB'nin bir "küçük burjuva devletine" dönüştüğünden bahsediyorlardı. Leninist kavrayış başka türlü bir karşı-devrimi tahayyül etmeye imkan vermiyordu... Ve hemen ardından 'Beş Yıllık Plan' gelip küçük burjuvaziye savaş açtı ve onu tasfiye etti. Bu noktada Decistler, ya Leninist teze sadık kalıp Beş Yıllık Plan'ın sosyalizmin gerçekleşmesi olduğunu savunmak ya da gerçeği kabul edip Lenin'in bile söyleyebileceğini, "üçüncü bir gücün", bürokrasi ve Devlet Kapitalizminin galip geldiğini kabul etmek arasında kaldılar. Teslimiyeti kabul etmeyen Decistler ikincisini seçtiler... Ama aslında Ekim sonrası Lenin'in fikirlerini tümüyle reddedip, Ekim öncesi Lenin'in fikirlerini bile sorgulamaya açan bu yeniden değerlendirme ancak yavaşça, adım adım gerçekleşti. Ve bizim hapishanedeki ufak Decistler grubu bu süreçte üç ya da dört fraksiyona bölündüler.
Bazıları Lenin'in Ekim sonrasında bazı ufak hatalar yapmış olsa da, genel tavrının doğru olduğunu ve çizginin ancak Stalin'den sonra kaymaya başladığını düşünmeyi sürdürdüler. Diğerleriyse daha Lenin döneminde bile, NEP'in kurulmasıyla devrimin yapısındaki burjuva demokratik yönün sosyalist yapının önüne geçtiğini ve Lenin'in bile ne yaptığını anlayamadığını savundular. Üçüncü bir fraksiyon ise bütün iddialarına rağmen, devrimin sosyalist yönünün küçük burjuva yönünden her zaman daha zayıf olduğunu öne sürdü. Dolayısıyla Leninizm'in eleştirisi artık sadece Devlet kapitalizmini değil aynı zamanda proletarya diktatörlüğü kavrayışını da içermeliydi. 1920'de Lenin tek parti ve parti diktatörlüğü tezini savunduğunda Decistler onu desteklediler ve kendilerini kınayan İşçi Muhalefetinden koptular. Zaman içinde Parti diktatörlüğü deneyimi ise onları başlangıçtaki fikirlerini reddetmeye itti. İşçi demokrasisi olmadan parti içerisinde demokrasi olamayacağını anlamaya başladılar. Böylece, Lenin'in ekonomik fikirlerinden önce onun politik fikirlerini eleştirmeye başladılar. İki yıllık hapishane dönemim bana bütün bu değişimleri ve zigzagları izleme fırsatı verdi. Sonuç, Lenin'in Ekim sonrası teorilerine ve pratiğine karşı eleştirel ve hatta belki de düşmanca bir tavırdı. Devrimci dönemin Lenin'ine yönelik eleştirinin tonunu belirleyen 1920'nin İşçi Muhalefeti, ya da daha net olmak gerekirse 1922'te 'İşçi Grubu' adı altında örgütsel bir biçim alan, İşçi Muhalefeti'nin sol kanadıydı. O zamanlar yaygın kullanılan ifadeyle bu grubun üyelerine, tanınmış Bolşevik bir işçi olan liderleri, Miasnikov'un adına referansla "Miasnikovistler" deniliyordu.
Gavriil I. Miasnikov Bolşevik devriminin en önde gelen figürlerinden biriydi. İşçi Muhalefeti ve İşçi Grubu kökeninde, onun gibi, eski tüfek Bolşeviklere dayanıyordu. Ama Decistlerin aksine bu gruplar Lenin'in doğrultusunu daha en baştan ve sadece detaylar üzerinden değil, tümüyle eleştirmişlerdi. İşçi Muhalefeti, Lenin'in ekonomik çizgisini alenen yermişti. İşçi Grubu ise daha ileri gidip NEP'ten önce Lenin'in kurduğu politik rejimi ve tek parti düzenini dahi eleştirmişti. Bizim hapishanede İşçi Grubu'nun temsilcisi Serge Tiyunov adında oldukça eğitimli, çok etkin ve uzlaşmaz birisiydi. Bazı raporlara göre, Tiyunov'un Neçayevçi kimi yönleri de vardı.
Programının temeline Marx'ın 1. Enternasyonal'deki sloganını ('işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır') koyan İşçi Grubu, Lenin'in devrimin gerilemeye başladığı ilk dönemden itibaren savunmaya başladığı, üretimin bürokratik örgütlenmesi ve 'parti diktatörlüğü' kavramlarına karşı daha ilk andan itibaren savaş açmıştı. Leninist çizgiye karşı, İşçi Grubu üretimin fabrika kolektifleri temelinde kitlelerin kendisi tarafından örgütlenmesini talep etti. İşçi Grubu'nun politik talebi ise iktidarın ve partinin kontrolünün işçi kitlelerinde olmasıydı. Ülkenin gerçek politik liderleri olan bu kitleler, söz konusu olan Komünist Parti bile olsa, bir politik partinin kendi çıkarlarını savunmadığına karar verirse iktidarı ondan alabilme hakkına sahip olmalıydı. 'İşçi Demokrasisi' talebini pratikte sadece ekonomik alanla sınırlı gören ve bunu "tek partiyle" bağdaştırmaya çalışan Decistler ve İşçi Muhalefetinin aksine, İşçi Grubu işçi demokrasisi mücadelesini, işçilerin proleter çevreye dahil olan farklı politik partiler arasında seçme özgürlüğü talebine kadar genişletmişti. Sosyalizm ancak işçilerin özgür yaratımı olabilirdi. Buna karşılık, İşçi Grubu en başından işçiler üzerinde baskıyla kurulan birşeyin, adı sosyalizm bile olsa bürokratik devlet kapitalizmden ibaret olacağını savundu.
1923'te, İşçi Grubu'nun önderlik ettiği büyük grevler sırasında, Rusya ve dünya proletaryasının karşısına görüşlerini dosdoğru ve lafı dolandırmadan açıklayan bir Manifesto* ile çıktılar. Bu metinde Bolşevizmin içerisinde kendisini işçi sınıfına değil de 'lider kültüne' dayandırmaya dönük bir eğilim gelişmeye başladığını gösterdiler ve eleştirdiler. Tam da Rus devriminin içeriden çöktüğü bir anda yayınlanan bu manifestonun önemi, Fransız devriminin içeriden çökmeye başladığı sırada Babeuf'ün yayınladığı "Eşitler Manifesto"suna denktir. Kendi adıma uzun bir süre hapishanede Lenin'in rolü üzerine dönen tartışmalara katılmaktan imtina ettim. Ben Lenin'i kutsal kabul ederek yetişmiş genç Komünist kuşağından geliyordum. Benim için, "Lenin her zaman haklıdır" demek normaldi. Benim için sonuç, yani iktidarın devrimci fethi ve elde tutulması sonuca giden araçları haklı çıkarıyordu. Bu yüzden, benim neslim amacın taktikler ve araçların da meşrulaştırdığı sonucuna varmıştı.
Hapishaneye vardığımda da bu çizgide davrandım. Bu yüzden Decist Prokoenya bana şu ironik tavsiyeyi verdiğinde biraz rahatsız hissetmiştim: "Lenin'in bürokrasiye karşı mücadelesi meselesinde fazla öfkelenmenin anlamı yok yoldaş Ciliga. Sen Lenin'in ölmeden önce yazdığı bir yazıya, İşçi ve Köylü Denetleme reformu üzerine makalesine dayanıyorsun. Lenin kitlelere bürokrasiye karşı organize olma çağrısı yaptı mı? Hayır, katiyen yapmadı. Lenin'in önerisi bürokrasiyle savaşmak için iyi maaşlı özel bir organ, bir tür süper bürokrasi yaratılmasıydı!" "Hayır yabancı yoldaş" diye devam etti Prokoenya, "yaşamının sonunda Lenin artık işçi kitlelerine karşı güvenini kaybetmişti. Bu noktada artık sadece bürokratik aygıta güveniyordu ama bunun da aşırıya gitmesinden korktuğu için, aparatın kendi içerisinde bir kısmı üzerinden aparatı kontrol ettirerek onu dizginlemeye çalıştı." Kısa bir sessizlikten sonra şöyle devam etti: "elbette, çatılardan bunu bağırmanın bir faydası yok; bu sadece Stalin'in eline yeni bir koz vermek olur. Ama yine de gerçek bu." Anın sorunları altında ezildiğim için geçmişin tartışma ve atışmalarını incelemeye pek gönüllü değildim. Tarihsel sorunlara baktığımda, bu gruplar Lenin'le aralarındaki eski ayrımların önemini aşırı büyütüyormuş gibi geliyordu bana. Bana göre devrimin kaderini sınıf güçleri arasındaki ilişki belirliyordu, yoksa şu ya da bu eğilimin şu ya da bu tezi veya formülü üzerinde uzlaşılması değil.
Beş Yıllık Plan tamamlanmaya başladıkça, buna karşılık gelen örgütsel, politik ve ekonomik formüller sorunu da yeniden aciliyet kazanmıştı. Tarih tarafından çoktan çözülmüş gibi görülebilecek olan sorunlar bir anda tekrar ve daha da yakıcı biçimde gündeme gelmişti. Küçük burjuvazi ve özel kapitalizmin ezilmesi, toplumsal alanda bürokrasi ve proletarya dışında bir güç olmadığını açıkça göstermişti. Ve şimdi bu örgütsel biçimlerin kendileri ile "sosyalizm nedir ve sosyalizme nasıl ulaşılır?" soruları arasındaki karşılıklı ilişki sorununun çözümü, örgütsel biçimler düzeyinde aranmak zorundaydı. Örgülenmeye dair teknik sorunların aslında toplumsal sorunlar olduğu ortaya çıkmıştı. Bürokratik tiranlığa karşı emekçi kitlelerin mücadelesi bundan sonra ancak bürokrasinin ekonomiyi içine soktuğu örgütsel biçimlere karşı bir mücadele olabilirdi. Ama bu biçimler Stalin tarafından icat edilmemişti. Stalin bunları Lenin'den miras almıştı. Çelişki ve içsel çatışmalarına rağmen Rus devrimi organik bir bütündür. Ve Lenin bundan muaf tutulamaz.
Kendisini bu yeni sorunları çalışmaya adayan Miasnikovist Tiyunov, üretimin bürokratik ya da sosyalist örgütlenmelerine dair tarihsel tartışma üzerine bir yazı yazmıştı. Çalışması savaş komünizmi döneminde Troçki'nin üretimi örgütlemek üzere uyguladığı askeri yöntemlerin bir eleştirisine dayanıyordu. Genç Decist, Jacques Kosman 'sendika sorunu' üzerine harika bir tarihsel çalışma yazmıştı. Vardığı sonuç Lenin'in endüstriyi örgütleme tarzının onu tamamen bürokrasinin eline bıraktığı şeklindeydi. Ve fabrikaların proletaryanın elinden alınmasının doğrudan sonucu devrimin kaybı oldu diyordu. Başka bir Decist, Misha Shapiro ise, buna karşı Decist'lerin geleneksel tavrının destekleyen bir eleştiri yazdı: buna göre üretimin örgütlenmesine yönelik farklı sistemler üzerine tartışmanın ilkesel düzeyde bir önemi yoktu. Shapiro'ya göre İşçi Muhalefeti proletaryanın değil sendikal bürokrasinin çıkarlarını temsil etmişti. Ve eğer fabrikaların sendika yönetimine devri talebi gerçekleştirilseydi bile, değişen sadece fabrikaların parti bürokrasisi yerine sendika bürokrasisi tarafından yönetilmesi olacaktı.
Bürokrasiye karşı savaşabilmek için proletaryanın özgürlüğe ihtiyacı vardı: örgütlenme özgürlüğü, yayın özgürlüğü, toplanma özgürlüğü. Ama bunun mantıki sonucu Miasnikov'un savunduğu, parti seçme özgürlüğüne varıyordu ve bu tavır zamanında Lenin, Troçki ve Decistler tarafından yadırganmıştı. Bu noktada bile Decistlerin çoğu ve Troçkistlerin neredeyse hepsi 'parti özgürlüğünün' 'devrimin sonu' olacağını düşünüyordu hala. Troçkistlerin son sözü 'parti seçme özgürlüğü Menşevizmdir' idi. Decist Davidov, 'proletarya toplumsal olarak homojendir ve bu yüzden çıkarlarını ancak tek bir parti savunabilir' diye yazmıştı. Buna karşılık Decist Nyura Yankovskaya 'neden parti içindeki demokrasi dışarıdaki diktatörlükle uyuşmasın?' diye soruyordu. Dora Zak, Davidov'a cevaben, "Paris Komünü çok fazla parti olduğu için yenik düştü diyelim; iyi de bizde sadece bir parti var. O halde neden bizim devrimimiz de yenik düştü?" diyordu. Genç Decist Volodya Smirnov daha da ileri giderek şöyle demişti: "Rusya'da ne bir proleter devrimi, ne de proletarya diktatörlüğü asla söz konusu olmadı, olan şey sadece tabandan bir 'halk devrimi' ve tepeden bir diktatörlüktü. Lenin asla proletaryanın ideoloğu değildi. Başından sonuna kadar entelijensiyanın ideoloğuydu Lenin". Smirnov'un bu fikirleri dünyanın yeni bir toplumsal biçime, bürokrasinin yeni bir egemen sınıf olduğu Devlet Kapitalizmine doğru gittiği görüşüyle bağlantılıydı. Bu yaklaşım Sovyet Rusya'yı, Kemalist Türkiye, faşist İtalya, Hitlerizm'e giden Almanya ve Hoover-Roosevelt Amerika'sıyla aynı düzeyde görüyordu. Smirnov 'Komfaşizm' makalesinde 'komünizm faşizmin ekstrem bir biçimi, faşizm ise komünizmin ılımlı bir biçimi' diye yazmıştı. Bu kavrayış sosyalizm perspektifini ve güçlerini gölgede bırakmıştı. Decist fraksiyonun çoğunluğu, Davidov, Shapiro, ve diğerleri, genç Smirnov'un sapkınlığının bütün sınırları aştığına karar verdiler ve büyük bir tartışma sonucunda Smirnov gruptan atıldı.
Yeni sorunları anlayabilmek, geleceğin görevlerinin tam bir netlik içinde değerlendirebilmek için geçmiş sorunların önemini kavramaya yönelik ciddi bir çalışmaya başlamıştım. Aşırı sol çevre bu sorunların yorumuna dair nüanslarda eleştirel incelemeyi ve bağımsızlaşmayı cesaretlendiriyordu. Ve bunları yoğun bir devrimci deneyimden sonra çalışmaya başladığım için, daha on yıl önce eleştirel tutum alarak kopmuş yoldaşlardan elbette sorunlara daha farklı bir zihin dünyasıyla yaklaşıyordum. Arkamda devrimin on beş yıllık tarihi vardı ve geçmişi hem onlardan daha net hem de daha bilinçli yargılayabilirdim.
Ama "Lenin dönemini" de eleştirel bir analize tabi tutarak, Komünizmin ve kendi ideolojimin en mahrem kutsalına giriyordum. Lenin'i, devrimin ölümsüz zaferiyle ve en çok da devrim sonrası mit ve efsaneyle taçlanmış lideri, peygamberi eleştiriye tabi tutuyordum. Ve, hapishanedeki, yaşadığım çevredeki eleştirel ruha rağmen, bu mabede parmaklarımın ucuna basarak girmiştim, öyle ki, "devrimin derslerini ve deneyimini anlamak için hiçbir eleştiriden geri durmamak ve hiçbir eleştiriden geri durmayan devrimin kendisi gibi acımasız olmak gerekir" diyen içimdeki sesi dinlediğim için suçluluk hissediyordum.
Gün gün, hafta hafta, ay ay, bu mabedin derinliklerine indikçe kendime şu temel soruyu sordum: "Ve belki sen dahi Lenin yoldaş? Sen dahi kitleler ve devrim büyük olduğu sürece büyük değil miydin? Ve kitlelerin gücü geriledğinide, senin de devrimci ruhun gerilemedi mi, hatta belki kitlelerinkinden bile daha geriye düşmedi mi?"
"İktidara tutunabilmek için -senin bile!- kitlelerin toplumsal çıkarlarına ihanet etmemen mümkün olabilir miydi? Ve biz naifleri baştan çıkaran iktidara tutunma kararı, seni de baştan çıkarmış olabilir miydi? Ve yenik kitleler yerine muzaffer bürokrasiyi tercih etmiş olabilir miydin? Ve Sovyet kitlelerinin başını ezmek için yeni bürokrasiye yardım etmiş olabilir miydin? Yeni düzene uyum sağlamak istemediklerinde kitleleri ezebilmen mümkün olabilir miydi? Onlara iftira atmış, onların meşru isteklerini çarpıtmış olabilir miydin? Lenin, Lenin, hangisi daha ağır basıyor, erdemlerin mi yoksa suçların mı?
"Sana ilham vermiş olan motivasyona pek hak vermiyorum: eski sömürücüleri, burjuvaziyi ve toprak ağalarını tekrar görmektense bürokrasinin kitlelerin belini bükmesi ehveni şerdir diye düşündün. Bürokrasi açısından mesele önemli olabilir ama boyun eğen kitleler düzeyinde bu fark önemsizdi... Seni savunanların mazeretleri de ikna edici değil Lenin: öznel olarak senin niyetlerin iyiydi diyorlar. Ama bize insanları öznel niyetleriyle değil, bunların nesnel önemiyle, insanların hangi toplumsal grubun çıkarları doğrultusunda hareket ettiği ve kim adına konuştukları üzerinden yargılamamız gerektiğini bize öğreten bizzat sendin Lenin. Ayrıca, her ne kadar temkinli de olsan, nesnel olarak kurduğun rejimi öznel olarak kabul ettiğinin kanıtları da senin kendi gerekçelerin içerisinde mevcut. Daha kötüsü, tam da bürokrasinin diktatörlüğü güçlendiği sırada muzaffer bürokrasiye karşı direnen işçi kitlelerine iftira attın (ve bunun kanıtları da mevcut). Kaldı ki bu direniş (ne kadar zayıf olsa da, bürokrasi tarafından ezilmiş de olsa) devrimin en büyük mirasıdır. Ve yeni bir devrim, ancak ezilmiş olan İşçi Muhalefetinin programını gerçekleştirerek Rusya'da ve dünyanın diğer yerlerinde alt sınıfları gerçekten, toplumsal olarak özgürleştirerek yükselebilir. Bu geri dönüş, insanlığın tarihindeki bu sürekliliği içerisinde onun ilerici eğilimleri gerçekleşebilecektir..."
Uzaktan, Urallar üzerinden batan güneşin son ışıkları stepler, dağlar ve hapishaneyi aşıp hücreme vurur. Çok zordu bu... Parmaklıkların ardından dağlara, güneşe, gökyüzüne, özgürlüğe arzuyla bakıyorum. Hücremde yalnızım. Hücre arkadaşım hastanede. Ruhum çöktü. Lenin için yas tutuyorum.
"Ben ne yaptım? Yoksa sonunda delirdim mi, hapishanede aklımı mı kaçırdım?"
Duruma daha yakından bakalım.
1917'de sorun kimin, Lenin'in mi yoksa kitlelerin mi daha ileri gideceği, daha hızlı davranacağı, daha güçlü olacağı sorunuydu. Önüne çıkan herşeyi yıkan bir hortum gibi ilerleyen kitleler Rusya'da ve dünyada eski, yoz ve düzenbaz olan herşeyi devirdiler. Bunlar gerçekten de "dünyayı sarsan günlerdi". Rusya'da dünya tarihi yapılıyordu. Bunun için Lenin işçilerin kalbinde ve tarihin Pantheonunda ölümsüz bir şeref kazanmıştı. Ve sonradan Cromwell gibi, kendi ya da ardıllarının devrimin düşüşü sonrasında işledikleri suçlar yüzünden kitlelerle karşı karşı gelmek zorunda kalsa da yine de bu şeref Lenin'den alınamaz. Cromwell'in cesedinin ipte sallandırılması gibi, eğer birgün halkın öfkesi tarihin bir anında Lenin'in cesedini Moskova sokaklarında sürüklese bile bu değişmez.
Ama eski yapı çöküp, Lenin iktidarı aldığı andan itibaren onunla kitleler arasındaki trajik kopuş başladı. Başlangıçta belli belirsiz olan ayrım zamanla büyüdü ve nihayet başat bir karaktere büründü.
İşçi kitleleri içgüdüsel olarak tam özgürlüğe ulaşmış, amaçlarını tamamen gerçekleştirmişti. Ve devrimi de bunun için yapmışlardı. Herşey ve hepsi bir anda. Anında ya da asla. Devrim dönemlerini reform dönemlerinden ayıran da budur. 1917-1918'de yeniyi yaratmak için 1905'in eski sosyalizminin ötesine geçen Rusya emekçi kitleleri, Lenin'in başlangıçta istediğinden öteye gittiler. İtki öylesine kuvvetli, durum öylesine yoğundu ki, kitleler Lenin'i kendileriyle birlikte sürüklediler. Devrimin zirvesinde kitleler ve liderin arasındaki ilişkiler böyleydi.
Olgular durumu açıklamak için yeterli olur: Ekim devriminden sonra Lenin kapitalistlerin mülklerini kamulaştırmak değil sadece 'işçi kontrolü' istemişti: buna göre işçilerin taban örgütleri kapitalistler üzerinde kontrol sahibi olacak, kapitalistler ise işletmeleri yönetmeyi sürdüreceklerdi. İktidarı altında sınıfların işbirliği yapabileceğine söyleyen Lenin'in tezlerini geçersiz kılan çetin bir sınıf savaşı devrimi izledi: kapitalistler sabotajla cevap verirken işçi kolektifleri fabrikaları teker teker ele geçirdiler... ve ancak işçi kitleleri kapitalistleri de facto mülksüzleştirdikten, mülklerini kamulaştırdıktan sonra Sovyet hükümeti mevcut durumu, sanayinin kamulaştırılması kararını yayınlayarak, de jure tanıdı.
Ardından, 1918'de, Lenin işçilerin sosyalist isteklerinin karşısına ('savaş zamanı Almanya'sını model aldıklarını' söylediği) devlet kapitalizmi sistemini koydu ve bunu yeni Sovyet ekonomisinin içerisine çok sayıda eski kapitalistin katarak yaptı. Lenin eski ekonomik düzenin tam yıkımının partizanı değildi, daha çok eski ve yeninin bir tür dengesini, bir aradalığını savunuyordu. Bir süre önce 'sınıf ittifakçılığına' saldırmış olan Lenin, şimdi onun özürcüsü olmuştu. İktidarı elinde tuttuğu için, eskiden olduğu gibi sadece işçi sınıfının değil, toplumdaki farklı güçlerin de etkisini hissetmeye başlamıştı. Artık çağın dinamiğinin değil, anlık status quo'nun savunuculuğunu yapıyordu. Büyüyen iç savaş bir kere daha bu Leninist devrim felsefesinin düzeltecekti. Almanya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının çöküşü halk kitlelerindeki azınlık eğilimleri için taze bir nefes oldu ve sosyalizmin derhal kurulması davası resmi onay aldı. 1919 yılı böyle başladı. Bu sene Rus devriminin tepe noktası, onun kendi '1793'ü olacaktı. Ve deneyimin gösterdiği gibi, bu yine Lenin'in değil kitlelerin kendi inisiyatifiyle oldu.
Devrimin zirvesinden iflasa geçiş sadece bir adımlık yoldur. Ve bu can alıcı tarihsel konjonktürde en acı rolü Lenin üstlendi. Eğer toplumsal kalkışma, devrimci coşkunluk dönemi kitlelerin Lenin'i arkalarına almayı başarmaları olgusuyla belirlendiyse, devrimin gerileme ve çöküşü de Lenin ve işçi kitleleri arasındaki antagonizmayı ve Lenin'in kitleler üzerindeki zaferini ortaya çıkardı.
Peki o halde bu kavgada mesele neydi? Sosyalizm ilkesinin kendisi, burjuvazinin elinden alınmış olan sanayinin kaderiydi. Lenin'in proletaryadan ayrılmasının sebebi budur. Lenin'in devrimdeki rolünün ikiyüzlüğünü kavramanın anahtarı burada aranmalıdır. İşçiler fabrikaların efendisi olmuş ve kolektif üretim ilkesini sokmuştu. Ama farklı fabrikalar arasındaki bağlantı bürokratik aygıta bağlıydı. Ve bu henüz işin başında proletaryayı tehdit eden tehlikenin bir semptomuydu. Rusya'da sosyalizmin kaderi işçilerin genel üretimin kontrolünü sürdürme imkanına bağlıydı. Toplumun sosyalist örgütlenmesine ulaşabilmek, tarımsal ekonomiyi sosyalist yöntemle örgütleyebilmek için proletaryanın herşeyden önce kendi meskeninde - endüstride - sosyalist örgütlenmeyi gerçekleştirebilmesi gerekiyordu.
Mesele zaruriyetlerle ilgiliymiş gibi görünebilir. Ama aslında incelenenin sosyalizm ve devrimin kaderi olduğu her zaman unutulmuştur. Aparatın tepesine yerleşmiş olan Lenin soruna da aparatın gözlerinden bakıyordu. Ve Komünist Parti'nin 10. Kongresi'nde bir işçi delegesi olan Milyunov'un şu sözlerle işaret ettiği de buydu: "Lenin'in tavrı psikolojik olarak anlaşılabilir bir tavır. Yoldaş Lenin Komiserler Konseyi'nin (Sovnarkom) başkanıdır; Sovyet politikamızı yönlendiren odur. Bu yönelimle çelişen her eylem, nereden gelirse gelsin, bu konumdan bakıldığında ancak zararlı ve küçük burjuva bir eylem olarak değerlendirilecektir." Esasında, iç savaş sırasında merkezi bürokrasi yayılmayı sürdürmüş ve fabrikaları ele geçirmişti. Başlangıçta işçiler ve çalışanlar tarafından atanan fabrika yönetimleri artık giderek artan ölçüde merkezden belirleniyordu. Aynı zamanda fabrika yönetimleri giderek tek adam yönetimlerine dönüşmeye başlamıştı. Fabrikalar işçileri elinden kaymaya başladı. Ve bu, partinin bütün işçi fraksiyonunun inatçı itirazlarına rağmen, bütün önde gelen işçi Bolşeviklerin muhalefetine rağmen, Lenin'in inisiyatifiyle oldu. Muhalefeti yüzünden Tomsky Türkistan'a sürüldü. Geçmişte olduğu gibi Sapranov yine, bu sefer "demokratik merkeziyetçiliği" savunduğu için Ukrayna'ya sürüldü.
İç savaşın bitmesiyle, bürokrasi ve proletarya arasında endüstrinin hakimiyeti için verilen kavga yeniden canlanmıştı. Mücadele yeni bir belirleyici evreye girdi. Ve savaş komünizmi sisteminin parçalayan mücadele tam da buydu. "Sanayimizde iki kuvvet var: işçiler ve bürokratlar. Ve bu durum üretimi dumura uğratıyor. Tek çıkış yolu radikal bir karar vermekten geçiyor: tek bir iktidar olabilir, ya işçi sosyalizmi ya da devlet kapitalizmi." İşçi Muhalefetinin teorisyeni Shlyapnikov, Pravda'da parti kongresi için hazırlık tartışmaları sürecine dair yayınlanan yazısında bu çekişmeyi böyle eleştirmişti. Peki o zaman Lenin'in tutumu ne oldu? Lenin'de Shlyapnikov gibi uzlaşmaz bir tutum takınmıştı ama onun farklı tek iktidarın bürokrasiye geçmesini savunmasıydı. Ve Lenin bizzat, sendika tartışması altında gerçekten de sorunun fabrikaların kontrolünün işçilerden alınmasının gerekliliği olduğunu düşündüğünü itiraf etmişti. Lenin şöyle demişti: "Eğer endüstrinin idaresi gerçekten de sendikalara, yani parti üyesi olmayan, işçilerin yüzde doksanına verilecekse o zaman partiye ne gerek var?" O halde parti işçi sınıfının ancak onda birini işçi Bolşevikler olarak arkasına alabiliyor demekti ve üstelik bunlar da parti üyesi olmayan işçilerle aynı şeyi talep ediyordu. Yani bu belirleyici soruya dair sınıf çizgisi gayet keskindi: bir tarafta işçiler (hem parti üyesi işçiler hem de parti üyesi olmayanlar), diğer tarafta ise bürokratlar (parti üyesi olsun ya da olmasın): işçilerin arkasında sosyalizm, bürokratların arkasında ise tipik devlet kapitalizmi.
Fabrikaların ellerinden alınmasına karşı teselli olarak Lenin işçilere grev hakkı sözü vermişti. Sanki işçiler Ekim devrimini grev hakkı için yapmış gibi! Lenin'in kendi bürokratik kampındaki 'liberallere' yönelik tavrı da ibretliktir. İşçi Muhalefeti ve Lenin arasında orta yolda duran Troçki, Bukharin, Sapronov grupları bürokrasinin mutlak gücünü kırmak için üretimin örgütlenmesinde işçilerinin sözünün de istişari bir kapasitede de olsa sürece eklenmesini önermişti. Lenin buna kategorik biçimde karşı çıkmış ve bu eğilimlerin gösterdikleri "sallantılı" tavra karşı (1921'deki 10. Parti Kongresinde) en etkili örgütsel önlemleri almıştı.
Lenin'in kendisi elbette hiç "bocalamadı". Kendisini Sovyet bürokrasinin (hem parti üyesi hem de parti üyesi olmayan bürokratların) temsilcisi yapan Lenin, (hem komünist hem de parti üyesi olmayan) işçilerin elinden fabrikaları sarsılmaz bir iradeyle kopararak, en temel zaferlerini, kurtuluşları yönünde, sosyalizm yönünde, adım atabilmek için kullanabilecekleri tek silahı da işçilerin elinden söküp almış oldu. Rusya proletaryası böylece tekrar başkalarının fabrikasındaki ücretli iş gücü konumuna döndü. Rusya'da sosyalizmin adından gayrı birşey kalmamıştı artık.
Birçokları peki ya 1921 ve Kronstadt diye soracaktır? Endüstrinin ve dolayısıyla sosyalizmin kaderi bundan önce zaten belirlenmişti. Kronstadt isyanının bastırılması proletarya ve köylülüğün kendisine karşı birleşme çabasına bürokrasinin verdiği cevaptı. Lenin ve onun bürokrasisi bundan çok korkmuştu. Kronstadt'ın ardından NEP ve bürokrasi ile köylülüğün proletaryaya karşı ittifakının imzalanması geldi. Ancak Beş Yıllık Plan döneminde bürokrasi geçici müttefikleri olan orta köylülük ve kulaklara karşı dönebilecek gücü bulabildi.
Ekonomik alanda sosyalizmi tasfiye etmiş olan, fabrikalarda işçi iktidarını tasfiye etmiş olan bürokrasinin hala yapması gereken birşey daha vardı: proletarya ve emekçi kitlelerin politik iktidarını da tasfiye etmek. Bu iktidarın organı devrimci süreçte ortaya çıkmış olan büyük kitle örgütü, yani Sovyetlerdi. Ekonomik örgütlerin karşısına sendikaları çıkaran bürokrasi, politik kitle örgütlerinin, yani Sovyetlerin karşısına da kitlelerin katılımının en zayıf, kendisinin ise en güçlü olduğu örgütü, Partiyi çıkardı. Hem parti içinde hem parti dışında, kitlelerin lehine gelişebilecek bütün savaşımı bastırmak için, Lenin'in inisiyatifiyle Onuncu Parti Kongresin'de şu kararlar alındı: Komünist Parti dışında ülkedeki bütün partilerin bastırılması, Parti içerisinde Partinin bürokratik liderliğine itiraz eden bütün görüş ve grupların bastırılması. Tıpkı Sovyetlerin ve sendikaların Partiyi destekleyici organizmalara dönüştürülmesi gibi, parti de bürokratik Sezarizmin bir yan organizmasına dönüştürüldü. Parti, işçi sınıfı ve ülke üzerindeki bonapartist diktatörlük şekillenmişti artık.
Komünist Parti liderlerinin kendilerinin de bu durumun tamamen farkında olduklarını keşfettiğimde afallamıştım. Bizzat Bukharin proleter bonapartizm teorisini ("bireysel rejim") Geçiş Dönemi Ekonomisi (Rusça baskı, 1920 sf 15) kitabında formüle etmişti. Ve bu pasaja Lenin şu notu düşmüştü: "bu doğru... ama bu kavram kullanılmamalı." (Lenin'in Toplu Eserleri, Rusça baskı, Vol. XI 1930). Söylenmemesi gerekeni yapmakta bir sıkıntı yoktu - proletaryayı bürokrasi lehine terk ettiğinde Lenin'in tavrı buydu. Dahası Lenin bürokrasinin bonapartist karakterini nasıl gizleyeceğini de biliyordu. "Proletarya diktatörlüğünü sınıfın tümünü kapsayan bir örgüt yoluyla kurmak mümkün değil", diye yazmıştı, "çünkü proletarya hala çok dağılmış, çok aşağılanmış ve kolayca satın alınabilir." Ve bu yüzden de proletarya diktatörlüğü 'ancak sınıfın bütün devrimci enerjisini kendisinde birleştiren öncü tarafından, yani Parti tarafından kurulabilir' diyordu. Sonraki gelişmeler bu diktatörlük teorisinin bütün bürokratik gerçekliğini, bunun partinin işçi sınıfı üzerindeki diktatörlüğü olduğu gerçeğini, seçkin bir azınlığın "geri çoğunluk" üzerindeki diktatörlüğü olduğunu gösterecekti. Tarih bir kere daha o eski devrimci şarkıdaki sözlerin haklılığını ortaya koyacaktı:
"Hiçbir kurtarıcı yok. Ne Tanrı, ne Sezar, ne de tribün"
İşçi hareketinin, "işçi sınıfının kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir" şeklindeki sloganı haklıydı.
Yine de proletaryanın politik iktidarının tasfiyesi akla yatkın bir ideoloji temel gerektiriyordu.
Şeyleri adıyla çağırmak imkansız olduğu için, gerçeğin üstünün örtülmesi gerekliydi. Başlangıçta sosyalizm adına yapılmış olan bir devrimden sonra açıkça "artık biz yeni efendileriz, yeni sömürücüleriz" demek makul olmayacaktı. Fabrikaların işçilerden alınmasını "sosyalist üretim biçiminin bir zaferi" diye sunmak bu yüzden çok daha kolaydı, bürokrasinin işçiler üzerindeki egemenliğine "proletarya diktatörlüğünün güçlenmesi", yeni sömürücülere ise "proletaryanın öncüleri" denmişti. Nasıl önceleri toprak sahipleri kendilerine "köylünün koruyucusu" ya da burjuvazi "halkın öncüsü" dediyse, bürokrasi de kendisine "proletaryanın öncüsü" diyebilirdi. Sömürücüler her zaman sömürülenlerin öncüsü olduklarını düşünmüşlerdir.
Lenin yeni politik çizgisini proletaryanın zayıflığı ile meşrulaştırdı. Devrimi bürokrasinin ellerine teslim ederken, aslında böyle yaparak onu işçiler için koruduğunu söyledi. Yarının ödülleri bugünkü fedakarlıkları haklı çıkaracaktı. Şimdi bu ödüller gözümüzün önünde ve artık bunların değerinin ne olduğunu biliyoruz. Rusya proletaryasının payına, onun durumu hemen sezdiğini ve zayıflığına rağmen neler döndüğünü kavradığını söylemek gerekir. Proletarya Lenin'in davranışlarıyla şunu söylediğini görmüştü: "siz diğerleri, siz işçiler mantıklı değilsiniz. Siz sosyalizmi hemen uygulamak istiyorsunuz ama bunu yapacak gücünüz yok. Toplumun efendisi olamayacağınıza göre onun hizmetkarı olmanız gerek: bu sınıflı toplumlardaki sınıf mücadelesinin yasasıdır. Eğer kaçınılmazı kabullenirseniz biz de size elimizden geldiği kadar iyi davrancağız."
İşçilerin ise kendi mücadele kavrayışları farklıydı ve onlar da davranışlarıyla Lenin'e şöyle demiş oldular: "Hayır, mantıklı olmayan sensin yoldaş Lenin. Eğer bu ülkenin efendisi olabilecek kadar güçlü değilsek o zaman aktif muhalefete geçmek zorundayız. Bir sınıf asla teslim olmaz, savaşır."
Bürokrasinin tacizlerine karşı proleterlerin kendiliğinden muhalefeti proletaryanın Lenin'in iddia ettiği kadar zayıf olmadığının göstergesiydi. Ve eğer Lenin'in proletarya ile bağı gerçekten derin olsaydı işçilerin kendisini bütün ülke çapında ortaya koyan muhalefetine destek olurdu. Ama o bürokrasinin ruhuyla, iktidarının ruhuyla düşündü ve hareket etti. Proletaryanın gücü ona bir tehdit gibi göründü ve proletaryaya karşı sınıf mücadelesinin yasalarını uyguladı: teslim olmayan bir sınıfın muzaffer sınıf tarafından ezilmesi gerekir. Ülkenin yeni bürokrasinin bütünü bunu takdir etti! Lenin Onuncu Kongrenin kapanışı sırasında şöyle demişti: "Artık muhalefetle işimiz bitmiştir. Artık buna bir daha asla izin vermeyeceğiz." Pratikte, bu yasal muhalefetin sonu oldu. Muhaliflere idam mangasını bekleyecekleri hapishane ve sürgün yolları gözükmüştü.
Bütün köklü dönüşümlere rağmen devrim eskiden olduğu gibi 'proleter' ve 'sosyalist' olarak adlandırılmaya devam ediyordu. Dahası da var: Lenin'in kendisi alışılagilmiş söylemle proletaryanın gerçek tabiyetini bir arada yürütmek gerektiğini göstermişti. Bürokratik yükselişin gerçek mağdurları olan işçiler sosyalizmin bürokratik mistifikasyonuna karşı eyleme geçtiklerinde ve gerçek çıkarlarının karşılanmasını savunduklarında Lenin onları genel olarak "küçük burjuva", "anarşist", "karşı-devrimci" diye yaftalayarak geçiştirdi. Bunun tersine Lenin'e göre bürokrasinin çıkarları ise "proletaryanın gerçek çıkarları" oldu. Ülkede ilerici niteliğe sahip politik ve toplumsal herşeyi "karşı-devrimcilikle" yaftalayan totaliter ve bürokratik bir rejim kurdu. Bugün bütün Rusya'nın yaşadığı ve enternasyonal işçi ve demokratik hareketin toplumsal hayatını tümüyle zehirleyen Stalinist varyantıyla tam ve mükemmel biçimini almış olan yalanlar, çarpıtmalar ve iftiralar döneminin müjdecisi oldu
Lenin'in İşçi Muhalefeti üzerine önergesini ve konuşmalarını dinleyen Shlyapnikov Onuncu Kongre'de "Partideki 20 yılda ve hatta ömrümde bundan daha demagojik ve daha rezalet birşey ne gördüm ne de duydum" demişti. Shlyapnikov'un bu sözlerinde, protestan köylülere karşı protestan prensleri destekleyen Luther'e "Dr. Yalancı" diyen Thomas Muentzer'in sesi yankılanmıştı.
"Ve tarihsel kariyerinin sonunda sen de tam olarak buna dönüştün Lenin" dedim kendi kendime... Hücremdeki masanın üzerinde duran Lenin'in portresine donmuş ve düşmanca gözlerle bakıyordum. Karşımda iki Lenin vardı artık, tıpkı geçmişte iki Cromwell ve iki Luther olduğu gibi: devrimle yükseldikten sonra yerini yamaçtan geri kayan ve ileri gitmek isteyen azınlığı ezen diğerine bırakan.
Ve Rus devriminde de önceki örneklerde olduğu gibi (Alman köylü isyanları ve İngiliz Devrimi) bu can alıcı dönüşüm iki ya da üç yıl içerisinde tamamlanmıştı. Biz, devrimi yaşayanlar ise, tıpkı önceki devrimlerde olduğu gibi, on yıl, yirmi ya da otuz yıl boyunca geri dönüşü olmayan noktanın geçilip geçilmediğini tartışmaya devam etmiştik.
"Ve Stalinizmin yırtıcılığına karşı hayatının son yılında gösterdiğin muhalefet, Lenin - her ne kadar trajik olsa da - Stalinizm ve Troçkizm arasındaki bir bocalamadan, ya da başka bir deyişle, bürokrasinin aşırı gerici ve liberal varyantları arasındaki bir tercihten daha çok bir politik öneme sahip değildi." Bolşevik Parti'nin kaderi, Lenin ve Troçki'nin kaderi en ileri partilerin ve en büyük liderlerin bile ancak zaman ve mekanın koşulları tarafından sınırlanmış bir karaktere sahip olabileceğini bir kere daha gösteriyor. Ve bu yüzden de bir noktada bunların muhafazakarlaşması, hayatın yeni taleplerine karşı aymazlaşması kaçınılmazdır.
Artık benim için Lenin efsanesi bürokrasinin suçlarını örtmek için uydurulmuş bir yalan olarak görünüyordu.
"Bizzat senin ellerinle yaratılmış olan bürokrasinin tiranlığını yok edebilmek için Lenin, proletaryanın şaşmaz bilgesi efsanesini de yok etmek gerekiyor. En büyük tehlike anında ellerini proletaryaya uzatma yerine ona arkanı döndün. Şu dersi bir kere daha doğrulamış oldun: kitleler devrimi kurtaramıyorsa, kimse onların yerine bunu yapamaz. Senin deneyimin Lenin, bize proleter devrimi kurtarmanın tek yolunun onu sonuna kadar götürmek, emekçi kitlelerin tam kurtuluşu noktasına kadar taşımak olduğunu gösteriyor. Eğer devrim sonuna kadar götürülmezse, yeni bir ayrıcalıklı azınlığın işçi çoğunluğu üzerindeki tiranlığını yeniden tesis edeceği günün bir noktada gelmesi kaçınılmazdır. Günümüzün devrimler ya tam sosyalizme ulaşacaklar ya da kaçınılmaz olarak bir gün anti-proleter ve anti-sosyalist olacaklar, karşı-devrime dönüşecekler." "Ne tanrı, ne efendi" dedi bilinçaltımın derinlerinden ama gayet gür, güçlü ve emredici bir ses. Hücremdeki masanın üzerindeki Lenin portresi bin parçaya ayrılmış ve çöp tenekesinin içine atılmıştı...
Hücreme gece dolmuştu. Dışarıda karanlık çökmüştü. Urallar ve stepler tekinsiz bir durgunluğa gömüşmüştü. Ve ben hasta düşmüş, kalbimde bir sancı duyuyordum. O kadar derin bir bunalıma girmiş, aziz saydığım Lenin mitlerinden kendimi koparışım o kadar acı vermişti ki, altı ay boyunca politika üzerine ya da büyük devrimci lidere dair vardığım sonuçlar üzerine ne ağzımı açıp konuşabildim ne de tek bir satır yazabildim.
* Miasnikov ve İşçi Grubu'nun Manifesto'su ve bunun Sol Komünist bir perspektiften değerlendirmesi için: https://en.internationalism.org/ir/142/workers-group-manifesto-1
Comments